Ana içeriğe atla

Suriye’yi nasıl terk etmiştik?

Suriye’yi nasıl terk etmiştik? TARİHİN BU KISMINI OKUMADINIZ MUTLAKA OKUYUN VE PAYLAŞIN UZUN DİYE OKUMAZSANIZ ÇOK ŞEY KAYBEDERSİNİZ...

Suriye sınırında yeni bir Kürt devleti oluşumu Türk hariciyesini alarma geçirdi. Güney sınırımızın doğusunda artık varlığı resmileşti sayılan Kürt bölgesinin ardından bu defa batıda Türkiye’nin de desteklediği Özgür Suriye Ordusu’ndan PYD’ye Kürtlere geçmiş durumda..

Türkiye bu durumda ne yapacak? Kuzey Irak’ta olduğu gibi kırmızı çizgilerimiz var, çiğnetmeyiz diye efelenecek mi yoksa bölgenin yeni hakimleriyle uzlaşma yoluna mı gidecek? Önümüzdeki günlerde göreceğiz.

Şu kadarını söyleyeyim ki, eski Türkiye olsa bu sıkıntıları yaşamazdık! Bu gibi netameli durumlarda tarafsızlığımızı ilan eder, bekle gör politikasına geçerdik. Ancak hem Irak’ta, hem de Suriye’de Türkiye açıkça taraf ülkelerden biri oldu ve sıkıntıya düştü. Bu demek değildir ki, Türkiye eskisi gibi renksiz, silik bir dış politika gütsün, tarafsızlık görüntüsü altında oportünizm yapsın. Demek istediğim, Türkiye oyunda, artık pas geçmiyor ve kartını açıkça oynuyor. Büyük oynadıkça risk de artacaktır doğal olarak.

Kısacası risk alan bir ülke oldu Türkiye. Tarihi rolü bunu gerektiriyordu bir bakıma, daha doğrusu buna zorluyordu onu. Buradan anladık ki, dış politikada ne ‘Tek devletiz’ retoriği, ne de ‘Katil Esed’ ithamı kendisine yer bulabilir. Her zaman belli bir çekince, bir mesafe ve diplomatik soğukluk ayarı gerektiği açık.

Patrick Cockburn aktarmıştı o şık tespiti: “Türkler büyük konuşurlar ama harekete geçmeye sıra gelince hayal kırıklığına uğratırlar. İranlılar ise tam tersi.”

Böyle demiş bir Arap siyasetçisi, “Türkler çok konuşuyor ve büyük konuşuyor ama iş bitirmeye gelince bir varlık gösteremiyorlar, İranlılar ise tersine büyük konuşmak yerine susup işlerini derinden derine hallediyorlar.” Sessiz sedasız Suriye’yi ele geçiren İran’ı bundan daha veciz anlatacak tespit zor bulunur herhalde.

Bu kadar güncel yorum yeterli. Şimdi tarihe doğru bir yolculuğa çıkalım ve Suriye’deki olayları fırsat bilerek bundan 95 yıl önce Suriye’yi nasıl bir hezimet sonucunda terk ettiğimize bakalım.

Kayıp savaş

Yakın tarihin neden sisler içinde kaldığını merak ediyorsanız şimdiye kadar okuduğunuz tarih kitaplarına bir göz atın derim. Kaynağı orasıdır çünkü. Mesela 1931 tarihli ‘Tarih III’ adlı lise ders kitabında Çanakkale ve Kutülamare’den uzun uzun söz edildiği halde Filistin ve Suriye cephesindeki yenilgiler tek satırla olsun geçmez. Genelkurmay Başkanlığı’nın Harp Okulları için hazırlattığı ‘Türk Devrim Tarihi’ (1971) adlı kitapta da büyük bir sessizlik vardır.

Evlere şenlik bir Filistin/Suriye savaşları anlatımını YÖK’ün 4 prof., 3 doçent ve bir yardımcı doçente yazdırdığı ‘Atatürk İlkeleri ve İnkılap Tarihi I/1’ (1989) adlı kitapta buluyoruz. Tam 8 hoca baş başa vermişler ve bu milletin evlatlarına kendi tarihlerini şu zavallı satırlarla anlatmışlar. Aynen aktarıyorum:

“Suriye ve Filistin cephesinde ise İngilizleri oyalamak isteyen Yıldırım Orduları Grubu, başarılı savunmalar yaptı. Ancak Baalbek’te kurulan bu ordunun merkezi savaşın seyri içerisinde kuzeye doğru Şam, Halep ve daha sonra da Adana’ya çekildi.” (s. 47)

Ayıp diye bir şey vardır! Osmanlı’nın belini büken ve Mondros Mütarekesi’ni imzalamak zorunda kalarak tarihe veda etmesine sebep olan, iki yıl devam etmiş bir savaş bu kadar mı sığ anlatılır? (Neresini düzeltelim: Yıldırım’ın karargahı Baalbek’te değil, Nasıra’dadır.)

Nerede o üç Gazze muharebesi? Nerede Kudüs’ün, Filistin’in, Şam’ın ve Halep’in düşüşü? Nerede İngilizlerin askeri lise öğrencilerine bir savaş böyle kazanılır diye ders olarak okutulan Megiddo (el-Lecun) meydan savaşındaki zaferi? Nerede sadece 39 gün içinde tam 560 kilometre anavatanından çekilmek zorunda kalan Osmanlı ordusunun yaşadıkları ve ona bu hezimeti yaşatan komutanların isimleri?

Tıs yok.

Halbuki ilk iki Gazze muharebesini kazanmıştık İngilizlere karşı. Yazsanıza... Yok.

Son Gazze muharebesini İngilizlerin Albay İsmet Bey’in (İnönü) Birüseba’daki kolordusunu yardıktan sonra kaybettiğimizi de yazın. Olur mu? Paşamız namağluptur. Peki Nablus’ta (Megiddo veya Armageddon) Lord Allenby ile 7. Ordu Komutanı Mustafa Kemal Paşa’nın karşılaştığını ve Mustafa Kemal Paşa’nın yenilerek kuvvetlerine ricat emir verdiğini neden yazmıyorsunuz?

Hep aynı terane: Bir tek Mustafa Kemal Paşa kuvvetlerini muntazaman geri çekmeyi başardı. 4. ve 8. ordularımız yenildi, 7. Ordu’ysa ‘çekildi’. Çekildi ama kaç kişiyle? İngilizlere ne kadar esir vererek ve silah bırakarak? Şehit ve yaralı sayılarımızı da açıklayın. Açıklayın da millet öğrensin.

Hatta bu savunmacı kitaplardan birinde yazar (ismini vermeyeyim), kuvvetlerini Halep’in 5 km kuzeyine çekmesi üzerine şu harika yorumda bulunuyor: ‘Böylece olaylar Mustafa Kemal Paşa’nın istediği gibi gelişmişti.’

Şimdi bundan ne anlamamız gerekir? Nablus’ta bulunan karargahını 560 kilometre geriye çekilerek Katma’ya nakleden bir komutanın bunu ‘istediği’ni söylemek ne demektir?

Bu hezimetin hikayesini ayrıntılı olarak yazacağım. Burada sadece bir alıntı yapmak istiyorum. İngilizlerin dünya savaş tarihine giren bu operasyonlarını yürüten General Allenby 19 Eylül günü saat 4,5’ta başlayan taarruzun 20 Eylül akşamına kadar 36 saat sürdüğünü, Türk ordusunun büyük bir kısmının mağlup edildiğini, 7. ve 8. orduların ‘bütün silah ve malzemeleriyle’ ellerine düştüğünü yazar ve devam eder:

‘7. ve 8. orduların mağlubiyeti sonucunda Şeria’nın doğusundaki 4. Ordu da ricat etti.’ Allenby ısrarla 7. Ordu’nun düzenini bütünüyle kaybederek dağıldığını anlatır (İz Yay., 2013). Oysa bizimkiler diğer 2 ordu yenilince 7. Ordu’nun geri çekilmek zorunda kaldığını yazarlar hâlâ.

Özellikle Lord Carver’ın bu çöküş olmasaydı Osmanlı’nın günümüzde ne durumda olacağına ilişkin yaman tespitleri klasik düşünce kalıplarını kıracak cinstendir:

‘Eğer Türkiye’yi savaş dışı kalmaya ikna etmekte başarılı olsaydık veya ürküterek Çanakkale’den geçebilmiş olsaydık sonuç ne olurdu? Mustafa Kemal Osmanlı Devleti’ni laik bir devlete dönüştürecek saik veya otoriteye sahip olur muydu? Savaş sonrası Türkiye’ye karşı bir Arap isyanı başlar mıydı veya hangi şekli alırdı? 1914 yılında Osmanlı Devleti’ni oluşturan bütün bu topraklar üzerinde hükümferma olan bir Türkiye, dünyanın en büyük petrol üreticisi ve potansiyel olarak en güçlü ülkesi olurdu. Ya Mısır? O da İstanbul’a ismen tabi olmaya devam ederdi. İsrail diye bir devlet kurulmazdı. (Turkish Front 1914/18, Pan Books, 2003, s. 247.)

Ne garip: Lozan tam da bunlar için yapılmamış mıydı?

Lord Carver’ın sözünü ağzında bırakmayalım isterseniz:

‘İngiliz, Avustralyalı, Yeni Zelandalı ve Hindli askerler hayatları pahasına Türkiye’ye karşı savaşarak bölgenin yapısını değiştirdiler. Ama iyi mi ettiler, kötü mü ettiler, söylemek zor.’

Utanalım, bunu bir İngiliz Mareşali söylüyor…


KAYNAK:http://www.zaman.com.tr/mustafa-armagan/suriyeyi-nasil-terk-etmistik_2112307.html



Bu blogdaki popüler yayınlar

Vehbi Koc, Haim Nahum’un oğludur.

Vehbi Koc, Haim Nahum’un oğludur. Haim Nahum, Osmanlı Bankasından çaldığı paraları İsviçre’ye aktardı. Haim Nahum çaldığı paraların yarısını bir oğlu Bernar Nahum’a diğer yarısını da diğer oğlu Vehbi Koç’a verdi. Bernar Nahum ve Vehbi Koç o rtaklasa BEKO’yu kurdular. Vehbi Koç’un serveti, Osmanlı Parasıdır. ***** “Koç ve Doğramacı ailesini yakın izlemeye almak gerek.. Vehbi Koç kimdir? Bakarsınız ipin ucu Bandırma vapuruna kadar gider.. Bernard Nahum da çok önemli bir isim ve tabii Haim Nahum Efendi de öyle.. Koç deyince bugün akla Mustafa Koç, Rahmi Koç gelse de, aslında Koç ailesinin asıl önemli isimleri Kıraçlar. İnan Kıraç da damat..! Bu Hayim Nahum adı önemli.. Lozan’ın perde gerisindeki Siyonist o.. Türkiye’deki “Arap Düşmanı Kemalist Milliyetçilik”i n sponsoru da O. Daha sonra gitti Nasır’a danışman oldu, Arap Yahudilerini örgütledi ve Türk düşmanı Arap milliyetçiliğin in liderliğini üslendi..! Arap düşmanı Kemalist Türk milliyetçiliği fikrinin arkasında kimler vardı bakın bakal

israil’in 2. cumhurbaşkanı Atatürk’ün hocası Şemsi Efendinin oğlu

SABETAY ve PAKRADUNİ’ ler   Selanikli'nin yakın dostları TSK’nın hazırladığı “Atatürk Köşesi”nde Mustafa Kemal Paşa’nın boyunun 1.74 olduğu yazıyor. Bugüne kadar 1.68 olduğu biliniyordu.. Genelkurmay Başkanlığı Atatürk’ün boyunu açıklayarak tartışmalara son noktayı koydu. Genelkurmay Başkanlığı Atatürk’ün boyunun bilinenin aksine 1.68 değil, 1.74 olduğunu açıkladı. Atatürk’ün boyu 1.74 i ken, kilosu 74-76 arası, ayak numarasının da 42 olduğu açıklandı. Siz babasının adının Ali Rıza, annesinin adının Zübeyde olduğunu kabul etmeye devam edin ve tabii Selanik’te doğduğunu da! Resmi tarih iddiasını

Atatürk un SEVGILISI Fikriye nin intihar etmediği, öldürüldüğü kanaati güçlendi.

Hayatı gizemlerle dolu Fikriye’nin intihar etmediği, öldürüldüğü kanaati güçlendi. Yazar Fatih Bayhan tarafından yapılan çalışmada Fikriye’nin aynı zamanda Atatürk’ün imam nikâhlı eşi olduğu ve ondan çocuk aldırdığı iddia ediliyor.  Zübeyde, Makbule, Latife, Fikriye, Sabiha, Ülkü… Atatürk’ün kadınları. Anne, abla, eş, sevgili, evlatlık... Mustafa Kemal’in etrafındaki kadınların her biri ayrı bir araştırma konusu aslında. Latife Hanım ile Atatürk’ün ilişkisi sıradan bir karı-koca münasebeti değildi elbet. Gazi’nin etrafındaki kadınların çoğu güçlüydü şüphesiz. Ama Fikriye’nin durumu farklıydı. Mahzun, acılı, âşık, ihtiraslı, bir o kadar da çocuktu Fikriye. Zaten acılarla örülü hayatı da bunu gösteriyor. Fikriye yitik bir kadındı. Çünkü Atatürk’ün hayatının belki de en gizli kalan parçasıydı.  Atatürk ile Fikriye’nin ilişkisi nasıldı? Fikriye Köşk’te sıradan bir kadın mı yoksa Mustafa Kemal’in kalbindeki en derin yara mıydı? Fikriye intihar mı etti? Atatürk, Fikriye’ye dinî nikâh