Müslümanın en belirgin vasfı tevazuudur. Peygamberimiz öyle bir tevazu abidesidir ki, arkadaşlarıyla mescitte otururken içeri giren yabancılar görüntünün farksızlığı yüzünden tereddüde düşüyor, “Peygamber hanginiz?” diye sormak zorunda kalıyorlardı.
Efendimiz, peygamberliğine ve devlet başkanlığına rağmen, pazarda kendisini tanıyıp ellerine kapanan bir satıcıya el öptürmüyor, “Bunu İranlılar krallarına karşı yaparlar, ben kral değilim, içinizden biriyim, ben de sizin gibi bir insanım” diyerek başını indiriyordu (Hz. Ebu Hüreyre’den mervi)…
Efendimiz, peygamberliğine ve devlet başkanlığına bakmadan evinde iyi eş, iyi baba ve iyi dede olabiliyor, kendi söküğünü dikiyor, çamaşırını yıkıyor, eşiyle ve torunlarıyla çocuksu bir safiyet içinde oynamayı erdem sayıyordu…
Onun ev halini Hz. Ayşe Validemiz şöyle anlatıyor: “İşini kendisi görmekten zevk alırdı. Elbiselerini yamar, evi süpürür, keçileri sağar, develeri bağlardı. Ayakkabılarını ve delik su kırbalarını onarırdı. Hamur yoğururdu. Çarşıdan alış veriş eder, taşımak isteyenlere izin vermez, kendi taşırdı.”
Biz kendimizi taşıtıyoruz!
Paramız varsa, yüksek mevkilerde oturuyorsak, herkesi “hizmetçi” gözüyle görmeye başlıyoruz.
“Dünya kendini ucuza satmıyor” diyor, Bediüzzaman. Bu tespitin ışığında hayata bakınca, dünyasıyla gururlananların yanı sıra, dalkavuklaşanları, hatta soysuzlaşanları da görebiliyoruz.
Bunun yansımalarını hemen her gün gazetelerde okuyor, hemen her akşam televizyonlarda izliyoruz…
Bazı örnekler karşısında insanlığımızdan utanç duyuyor, yerin dibine geçiyoruz…
İhtirasın aklı geçtiği durumlarda beter şeyler olur! Günümüzde ihtiraslar aklın önünde gidiyor. Bu yüzden nice “olmaz”lar oluyor.
Her şey “bir damlacık dünya” için. Değer mi, sorusu bir bahs-ı diğer. Ne var ki, çoğumuz “değermiş gibi” yapıyoruz.
Bediüzzaman hazretleri de yıllar ötesinden güne bakıp “Kendinizi kurban etmeyin” anlamında, “Dünya kendini ucuza satmıyor” diyerek uyarıyor. Çünkü dünya bir varmış, bir yokmuş masalıdır. Mal-mülk, servet-şöhret, makam-mevki, hatta krallık filan, her biri dünya kadar büyük yalanlardır!
Demek oluyor ki, bizler bir yalan uğruna birbirimizi kırıyoruz, eziyoruz, sömürüyoruz, incitiyoruz, kandırıyoruz, kemiriyoruz!
Zenginleşmek için, makam-mevki tutmak için ya da meşhur olmak için kimi zaman dalkavuklaşıyor, kimi zaman ise bir birimizi kullanıyor, bazen neredeyse bir birimizin gırtlağına basıyoruz.
Oysa insanlar, ne kadar varlıklı, ne kadar kuvvetli-kudretli olurlarsa olsunlar, midelerinin alabildiği kadarını yiyebiliyorlar.
Başka bir deyişle, herkesin serveti yiyebildiği kadardır! Gırtlağı geçtikten sonra, zeytin ile havyarın da hiç bir farkı yoktur.
Ayrıca ben, görkemli sarayının yaldızlı salonuna gömülmüş yahut üçyüz milyar liralık Rols Roys’u ile mezara konmuş hiç kimse görmedim.
Her şey kabir kapısında bitiyor...
Saraylar, köşkler, hanlar, yatlar, lüks otomobiller, uşaklar, hizmetçiler, rütbeler, makamlar, mevkiler, tac-ü tahtlar geride kalıyor...
Herkes ölüm yolculuğuna yapa yalnız çıkmak zorunda...
Sonrası musalla taşına uzanma ile kısa bir niyyettir: “Er kişi—yahut hatun kişi—niyyetine”...
Orada kimseye ayrıcalık yoktur: Hiç bir imam “kral niyyetine... kraliçe niyetine… Paşa niyyetine” cenaze namazı kıldırmaz!
Yüksek makam sahipleriyle, varlıklı Müslümanlar, şu ramazan-ı mübarekte kendilerini bir daha değerlendirseler keşke.
Yorumlar