Türklerle Kürtleri Kim Ayırdı?
Lozan Andlaşması’nda bütün sistem müslim-gayri müslim ekseninde kurulmuştur. Yani Lozan’da “müslüman milleti” ve gayri müslimler vardır. Lozan mevzuunda yerli yersiz zırt pırt üfüren zevâtın bunun farkında olduğunu sanmıyoruz. Onlar işlerin basit bir mâcerâ filminde olduğu gibi, Bandırma Vapuru’nda sıcak bir yaz akşamı başladığını, esas oğlanın kılıncını çekip düşmanı denize dökmesiyle nemli bir güz sabahında sona erdiğini sanırlar… Bir de büyük düşmanlar bizi “Aman ille de barış yapalım, n’olur Akdeniz’den ötesine geçmeyin, lütfen Türkler!” diye ayaklarımıza kapanarak ısrarla dâvet etmişlerdir!
Madde bir: Bir kere “Lozan Sulh Konferansı” diye bir toplantı hiç olmamıştır! Türkiye’de resmen bu adla anılan toplantının gerçek adı “Yakın Şark İşleri Konferansı”dır. O sıralar dünyânın hâkimi olan İngiltere İmparatorluğu, müttefikleriyle masanın baş tarafına oturmuştur. Eğer İngiltere ve müttefikleri galip taraftaysa, Türkiye masanın ne tarafında olabilir?
Cevâbı meçhul olmayan bu soru, yerli mâcerâ filmi meraklılarına “Nayır, nolamaz!” dedirtebilir.
Türkiye’nin Lozan’da masanın galipler tarafına oturduğunu hiç kimse isbât edemez. Türkiye, Yunanistan’ı yenmiş, ama Birinci Dünyâ Savaşı’nı İngiltere ve müttefiklerine karşı kaybetmiş taraf olarak masaya oturtulmuş ve Osmanlıyı yıkması dikte edilmiştir. Dünyâ müslümanlarına Türklerin mağlûb olduğu böylece gösterilmiştir. İşte bu yüzden konferansın uluslararası resmî adı “Yakın Şark İşleri Konferansı”dır!
Konferansta, Türkiye, Arapların çoğunlukta olduğu bölgeler dışında, esas olarak Türklerle Kürtlerin çoğunluk teşkil ettiği sınırlar içinde bir hükümranlık alanı olarak düşünülmüştür. Türkiye heyeti de bunu savunmuştur. Netîcede, Mîsâk-ı Millî sınırları büyük ölçüde gerçekleşmiştir. Elbette Antakya-İskenderun, Haleb’e kadar olan bölge ve bilhassa Musul-Kerkük bu sınırların dışında kalmıştır. Türkiye Musul konusunda iç kamuoyunun zoruyla ısrarcı olmuş, fakat mesele Lozan’da akim bırakılarak, İngilizler tarafından 1926’da Türkiye aleyhine çözülmüştür! Hani en “bağımsız, boyun eğmez” dış siyâset tâkip edildiği söylenen dönemde Türkiye de buna rızâ göstermiştir.
Türkiye müslüman ahâlinin devleti olarak kurulmuş, fakat Lozan’da kaşıkla veren dünyâ hükümrânı, bunu kepçeyle almak için İslâm’dan, Osmanlı’dan arıtma uygulamalarını şart koşmuştur!
“Bu, anlaşmanın neresinde yazıyor?” denilebilir.
Açık metinlerde böyle bir şey yok. Fakat İsmet Paşa döndükten sonra, “Biz Hıristiyan olmadığımız için istiklâlimizi vermek istemiyorlar.” demiş, bunun üzerine Ankara istasyonunda “Ne yapalım?” mevzûlu toplantılar yapılmıştır! Bu üst düzey toplantılarda bâzı çok meşhur “milliyetçi” zerzevat, “İslâm terakkiye mânidir, icabederse Hıristiyan bile oluruz.” demeye gelen lâflar etmiştir. Elbette sonunda Hıristiyan olunmamıştır, çünkü bu gayri mümkündür. Fakat, laik olunmuştur!..
O sırada, Türkiye’nin gayri müslim unsurları mübâdele ile göçürülmüş, yerine Yunanistan’dan müslüman unsurlar getirilmiştir. Ülkede farklılıkların fark edilmesini sağlayan unsurlar yok edilince, müslim-gayri müslim ayırımına gerek kalmamış, şiddetli bir düzmece Türk etnikliği siyâseti tutturulmuştur. Fakat bu “Türk” siyâseti, Kürtlerden çok Türklerin zararına olmuştur. Çünkü Cumhuriyet sonrasının “Türk siyâseti”, târihi, değerleri ve kimliği ile yaşayan bir Türk kavramı üzerine kurulmamıştır. Îcâd edilmiş, sentetik, toplum mühendisliği ile benimsetilen bir “Türk” siyâseti izlenmiştir.
Türkler bu süreçte, değerlerinden soyutlanmıştır. Dîninden, îmânından uzak tutulmuştur. Hattâ dilleri ellerinden alınmak istenmiştir. Kaç asırlık türkçe metinler, edebiyat ve yazı bir hamlede çöp sepetine atılmış, 1930’larda yeni bir alfabe, dil ve yeni bir târihle kurmaca bir Türk milleti oluşturulmak istenmiştir.
Küçük bir oligarşik zümre dışında, umûmen Türkler bu millet tanımının içinde olmamışlardır. Milliyet tanımlamasından din tamâmen çıkarılmış; dil, târih yeniden oluşturulmuş; geriye kala kala vatan kalmıştır!
Bu uygulamalardan önce, Türkler ve Kürtler arasında farklılık hangi alanlarda idi?
Din berâberliği, his beraberliği, gönül berâberliği iç içe idi. Dil, yâni “osmanlıca” denilen zengin dil, Türk’ün, Arab’ın, Fars’ın, Kürd’ün ve diğer Osmanlı ile hemhâl olmuş kavimlerin anlaşması için zengin bir kelime haznesi sunuyordu. “Öztürkçe” sırf türklerle anlaşma yolunu tıkamakla kalmadı, sözlüklerden tasfiye edilen ortak kelimeler yüzünden diğer müslüman kavimlerle anlaşmayı da güçleştirdi. 19. Yüzyıl, türkçeyi bütün müslüman kavimlerin dili hâline getirmişti. Denilebilir ki, o sıralar modern bilgilerle karşılaşmış hiçbir müslüman, türkçenin yabancısı değildi. Osmanlı sınırları içinde kalan Arap, Fars, Kürt bütün müslüman unsurların seçkinleri türkçe biliyordu.
İslâm düşmanlığı siyâseti ile nasıl büyük müştereklik zedelendi ise, öztürkçecilik yapılarak, ortak değerler reddedilerek de toplumun zihnî yapısına ağır hasarlar verilmiştir.
Yazar: D. Mehmet Doğan
Lozan Andlaşması’nda bütün sistem müslim-gayri müslim ekseninde kurulmuştur. Yani Lozan’da “müslüman milleti” ve gayri müslimler vardır. Lozan mevzuunda yerli yersiz zırt pırt üfüren zevâtın bunun farkında olduğunu sanmıyoruz. Onlar işlerin basit bir mâcerâ filminde olduğu gibi, Bandırma Vapuru’nda sıcak bir yaz akşamı başladığını, esas oğlanın kılıncını çekip düşmanı denize dökmesiyle nemli bir güz sabahında sona erdiğini sanırlar… Bir de büyük düşmanlar bizi “Aman ille de barış yapalım, n’olur Akdeniz’den ötesine geçmeyin, lütfen Türkler!” diye ayaklarımıza kapanarak ısrarla dâvet etmişlerdir!
Madde bir: Bir kere “Lozan Sulh Konferansı” diye bir toplantı hiç olmamıştır! Türkiye’de resmen bu adla anılan toplantının gerçek adı “Yakın Şark İşleri Konferansı”dır. O sıralar dünyânın hâkimi olan İngiltere İmparatorluğu, müttefikleriyle masanın baş tarafına oturmuştur. Eğer İngiltere ve müttefikleri galip taraftaysa, Türkiye masanın ne tarafında olabilir?
Cevâbı meçhul olmayan bu soru, yerli mâcerâ filmi meraklılarına “Nayır, nolamaz!” dedirtebilir.
Türkiye’nin Lozan’da masanın galipler tarafına oturduğunu hiç kimse isbât edemez. Türkiye, Yunanistan’ı yenmiş, ama Birinci Dünyâ Savaşı’nı İngiltere ve müttefiklerine karşı kaybetmiş taraf olarak masaya oturtulmuş ve Osmanlıyı yıkması dikte edilmiştir. Dünyâ müslümanlarına Türklerin mağlûb olduğu böylece gösterilmiştir. İşte bu yüzden konferansın uluslararası resmî adı “Yakın Şark İşleri Konferansı”dır!
Konferansta, Türkiye, Arapların çoğunlukta olduğu bölgeler dışında, esas olarak Türklerle Kürtlerin çoğunluk teşkil ettiği sınırlar içinde bir hükümranlık alanı olarak düşünülmüştür. Türkiye heyeti de bunu savunmuştur. Netîcede, Mîsâk-ı Millî sınırları büyük ölçüde gerçekleşmiştir. Elbette Antakya-İskenderun, Haleb’e kadar olan bölge ve bilhassa Musul-Kerkük bu sınırların dışında kalmıştır. Türkiye Musul konusunda iç kamuoyunun zoruyla ısrarcı olmuş, fakat mesele Lozan’da akim bırakılarak, İngilizler tarafından 1926’da Türkiye aleyhine çözülmüştür! Hani en “bağımsız, boyun eğmez” dış siyâset tâkip edildiği söylenen dönemde Türkiye de buna rızâ göstermiştir.
Türkiye müslüman ahâlinin devleti olarak kurulmuş, fakat Lozan’da kaşıkla veren dünyâ hükümrânı, bunu kepçeyle almak için İslâm’dan, Osmanlı’dan arıtma uygulamalarını şart koşmuştur!
“Bu, anlaşmanın neresinde yazıyor?” denilebilir.
Açık metinlerde böyle bir şey yok. Fakat İsmet Paşa döndükten sonra, “Biz Hıristiyan olmadığımız için istiklâlimizi vermek istemiyorlar.” demiş, bunun üzerine Ankara istasyonunda “Ne yapalım?” mevzûlu toplantılar yapılmıştır! Bu üst düzey toplantılarda bâzı çok meşhur “milliyetçi” zerzevat, “İslâm terakkiye mânidir, icabederse Hıristiyan bile oluruz.” demeye gelen lâflar etmiştir. Elbette sonunda Hıristiyan olunmamıştır, çünkü bu gayri mümkündür. Fakat, laik olunmuştur!..
O sırada, Türkiye’nin gayri müslim unsurları mübâdele ile göçürülmüş, yerine Yunanistan’dan müslüman unsurlar getirilmiştir. Ülkede farklılıkların fark edilmesini sağlayan unsurlar yok edilince, müslim-gayri müslim ayırımına gerek kalmamış, şiddetli bir düzmece Türk etnikliği siyâseti tutturulmuştur. Fakat bu “Türk” siyâseti, Kürtlerden çok Türklerin zararına olmuştur. Çünkü Cumhuriyet sonrasının “Türk siyâseti”, târihi, değerleri ve kimliği ile yaşayan bir Türk kavramı üzerine kurulmamıştır. Îcâd edilmiş, sentetik, toplum mühendisliği ile benimsetilen bir “Türk” siyâseti izlenmiştir.
Türkler bu süreçte, değerlerinden soyutlanmıştır. Dîninden, îmânından uzak tutulmuştur. Hattâ dilleri ellerinden alınmak istenmiştir. Kaç asırlık türkçe metinler, edebiyat ve yazı bir hamlede çöp sepetine atılmış, 1930’larda yeni bir alfabe, dil ve yeni bir târihle kurmaca bir Türk milleti oluşturulmak istenmiştir.
Küçük bir oligarşik zümre dışında, umûmen Türkler bu millet tanımının içinde olmamışlardır. Milliyet tanımlamasından din tamâmen çıkarılmış; dil, târih yeniden oluşturulmuş; geriye kala kala vatan kalmıştır!
Bu uygulamalardan önce, Türkler ve Kürtler arasında farklılık hangi alanlarda idi?
Din berâberliği, his beraberliği, gönül berâberliği iç içe idi. Dil, yâni “osmanlıca” denilen zengin dil, Türk’ün, Arab’ın, Fars’ın, Kürd’ün ve diğer Osmanlı ile hemhâl olmuş kavimlerin anlaşması için zengin bir kelime haznesi sunuyordu. “Öztürkçe” sırf türklerle anlaşma yolunu tıkamakla kalmadı, sözlüklerden tasfiye edilen ortak kelimeler yüzünden diğer müslüman kavimlerle anlaşmayı da güçleştirdi. 19. Yüzyıl, türkçeyi bütün müslüman kavimlerin dili hâline getirmişti. Denilebilir ki, o sıralar modern bilgilerle karşılaşmış hiçbir müslüman, türkçenin yabancısı değildi. Osmanlı sınırları içinde kalan Arap, Fars, Kürt bütün müslüman unsurların seçkinleri türkçe biliyordu.
İslâm düşmanlığı siyâseti ile nasıl büyük müştereklik zedelendi ise, öztürkçecilik yapılarak, ortak değerler reddedilerek de toplumun zihnî yapısına ağır hasarlar verilmiştir.
Yazar: D. Mehmet Doğan
Yorumlar