İşte Kanuni’nin muhteşem mektubu (Mustafa ARMAĞAN yazdı)
Malum çevrelerin sanat özgürlüğü ve sözüm ona ‘yaratıcılık’ dedikleri şeyin bir türlü belden yukarıya çıkamadığını son Kanuni tartışmasında bir kere daha test etmiş olduk.
Adam doğru dürüst senaryo yazamaz, araştırma yapmaz ve yönetemez; acemi ahçının açığını kapamak için maydanoz demetine sarılması gibi cinselliğe, tarih dizisiyse hareme yüklenir. Bu sırada Kanuni’yi tanınmaz kılığa sokuyormuş, çocuklar kadından başka işi olmayan bu adamı yanlış tanıyormuş, umrunda olmaz. Onların olmayabilir ama bizim umrumuzda… Gelin, bugün farklı bir şey yapalım ve Kanuni’nin kim olduğunu kendisinin yazdığı orijinal bir mektupla ortaya koyalım.
Mektubu ilim âleminin dikkatine sunan Yusuf Kılıç, onu önce 1989 yılında yayımlamış, ardından CIÉPO’nun sempozyumuna tebliğ olarak sunmuş (Ank. 1994). Aslı Budin Hazinesi’nde bulunan mektubun orijinalinden alındığını tahmin ettiğimiz bir kopyası da merhum Çağatay Uluçay’ın oğlu Toros Uluçay’ın elindeydi.
Yalnız Hezarfen Hüseyin Efendi’nin “Telhisü’l-Beyân” adlı eserinde anlam itibarıyla benzer bir başka mektup daha vardır ama ilginçtir, I. Murad’dan Evrenos Beğ’e yazılmıştır! Üslup, 16. yüzyıla aittir. Demek ki, Osmanlı padişahlarının beylerine gönderdiği genel bir “tenbihnamesi” gibi okunabilir metin. Bu, mektubu Kanuni’ye ait olmaktan çıkarmaz, onun ‘da’ kullandığı bir form karşısında bulunduğumuzu gösterir sadece.
Okununca Kanuni’nin devlet felsefesi, iş ahlakı, yönetim anlayışı, hak ve adalete verdiği önem, en önemlisi de İslamî hassasiyetinin ulaştığı nokta çarpıcı bir şekilde görülecektir. Mesela Bali Bey bir seferinde kaleler fethedip ganimeti askere koklatmamıştır. Kanuni hemen uyarır: “İslam’ın gereği neyse onu uygula, benim haksız tek kuruşun hazineme girmesine rızam yoktur.”
Kanuni kendini savunuyor, ‘Ben buyum’ diyor. Ya da ‘Ben o dizideki adam değilim’. Bu önemli mektubun tarafımdan sadeleştirilmiş hali şöyle: “Allahu Teala’ya hamdolsun ki, 18 kale almışsınız ve 30 bin kızak Tersane-i Âmire’me göndermişsiniz ve 60 bin kâfirin kellesini kestiğin haberini vermişsiniz. Berhudâr olup dünyada ve ahirette yüzün ak ve ekmeğin sana helâl olsun.
Lakin bu hizmetlerin karşılığında bir tuğ (rütbe) istemişsiniz. Ya Gâzi Bâli Bey, tuğ vefa gereği verilmez. Eğer sen bu hizmeti ve bu iyiliği bize minnet edersen biz dahi bundan önce sana 3 iyilik eyledik, onu söyleriz: Birincisi, sana “Müminlerin Emiri” diye hitab ettik; ikincisi başarılarının mükâfatı olarak “hil’at-ı fâhire” gönderdik; üçüncüsü Rasul-i Ekrem (sas) Hazretleri’nin fetihlerle dolu tuğunu verdik. Seni bu 3 şeyle yüceltip ödüllendirmiştik. Bunlardan büyük ihsân olmaz. İmdi sen de bu iyiliklere şükr eyleyesin ve şükrünü yerine getiresin.
Ve şunu da iyi bilesin ki: Beğlik iki kefeli bir teraziye benzer. Onun bir kefesi cennet, bir kefesi cehennemdir. Bu fani dünyada bir saat adalet eylemek 70 yıl ibadetten üstündür. Hak Sübhanehu ve Teala cümlemizi mahşer gününde âdiller zümresinden eyleye ve o âkıbet gününü hatırınızdan çıkarmayasınız. Ateşin kuru ağacı yaktığı gibi amel defterimizi yaktığı o günden endişe kılıp basiret üzre olasınız.
Ve seraskerliğin ve beğliğin hasebiyle hükmümüzün yürüdüğü yerlerde meydana gelen haksızlıklardan ötürü ceza gününde azarlanırsak biz de senin yakana yapışıp o günde yakanızı elimden kolay kolay kurtaramazsınız. Gayet dikkatli hareket edesiniz, nefsine gurur getirmeyesiniz ve kendi kuvvetim ve kılıcımla memleket fetheyledim demeyesiniz. Memleket evvela Cenâb-ı Bâri’nin olup sonra halife-i ruy-i zemine ısmarlanmıştır. Ve bütün işleri Cenâb-ı Bâri Teâlâ’dan bilesiniz.
Ve işittim ki: Feth eylediğin kalelerin mal ve erzakına Beytülmal için el koymuş ve askerlerine dağıtmamışınız. Bu fiile rızam yoktur. Beşte birine Beytülmal için el koyup diğer kısmını İslam askerine dağıtıp bölüştüresiniz. Zira o ganimet İslam askerinindir.
Ve askerin ihtiyarlarını baban, ortancalarını kardeş ve küçüklerini oğulların yerine sayasın. Babanı hoş tutup ikramda bulunasın, kardeşlerine iyi bakıp saygı gösteresin, oğullarına da merhamet ve şefkat eyleyesin. Ve İslam askerine sıkıntı çektirmeyesin ve mâlik olduğun malını ve nimetini onlardan uzak tutmayıp dağıtasın ve askerin hazinesi yetmeyip sıkıntı çekersen bu tarafa bildiresin, Allahu Teâlâ’nın yardımıyla bin-iki bin kese göndermekten âciz değilim.
Ve reâya (köylü, üretici) tâifesini altından kalkamayacağı vergilerle rencide etmeyesin. Bu husustan çok kaçınasın ki, bizim reâyamız rahat görünce küffâr reâyaları bizim tarafımıza, meyil ve teveccühleri bizim canibimize olur. O yörenin kasaba ve şehrinde oturan ümmet-i Muhammed fukarasını teftiş edip araştırarak sadakaya muhtaç kimse varsa onlara devlet hazinesinden gıda maddesi veresin. Zira fakirler, Hak Subhanehu ve Teala Hazretleri’nin makbul kullarıdır ve Müslümanların beytülmali (hazinesi), Allah’ın kullarının hakkıdır. Ve o taraflarda Peygamber Efendimiz’in evladından oturanlar varsa mukataât ve hazinelerden her birine günlük bir altın vazife tayin edesiniz ve onlara hiçbir şekilde sıkıntı çektirmeyesiniz.
Ve kadı ve hakimlerin başı, fazilet ve kelam madeni Mevlânâ Mustafa’yı (Allah faziletini ziyade eylesin) ordu-yı hümâyunuma kadı atayıp göndermişizdir. Ulaşınca şer’-i şerife son derece itaat edip boyun eğerek kurallara riayette kusur işlemeyesiniz. “Alimler, peygamberlerin vârisleridir” hadis-i şerifiyle âmil olup riâyette kusur komayasınız.
Ve bir insanı bir hizmete kullanmak istersen sakın önceki hâline güvenmeyesiniz. Nice kimseler vardır, eline fırsat geçmediği için zühd ve takvâ yoluna girmiş görünür ama fırsatı ele geçirdiğinde Nemrud ve Firavun kesilir. O kimseleri tekrar tekrar işle tecrübe etmeden hizmetine almayasın. Eğer ilk hali sonraki haline uygun gelirse istihdam edesin. Ve bazı kişiler vardır ki, gündüzü oruçlu, gecesi namazlıdır fakat onlar o kimselerdir ki, dünyaya meyil ve muhabbet edenlerdir. O tip insanlardan çok kaçınasınız.
Ve sen dahi fâni olan nesneye gönül bağlamayasın. Ve bazı köyler ve yerler vakfetmek murâd etmişsin, Yüce Allah’a yemin olsun ki, istersen feth eylediğin bütün vilayetleri vakf et, indimde makbuldür. Ve benden sonra gelen padişahlar senin evlad ve neseplerinin hatırını rencide ederlerse Allah’ın ve meleklerin ve bütün insanların laneti üzerlerine olsun, hatta mahşer gününde davacıları olup onlara husumet ederim. İmdi: Ya Gâzi Bâli Bey, sen dahi atın yüğrükdür ve kılıcın keskin olup ve yiğidin yararları ve işbilir dilâverleri belleyesin ve her nereye yönelirsen atın yüğrük ve kılıcın keskin ve uğrun açık olup Hak celle ve alâ İslam dinine en faydalı olan işlerinde yardımcın ve kollayıcın ve elini tutan yâverin ola. Âmin, Seyyidü’l-mürselîn hakkı için.”
MUSTAFA ARMAĞAN 02 Aralık 2012, Pazar
Malum çevrelerin sanat özgürlüğü ve sözüm ona ‘yaratıcılık’ dedikleri şeyin bir türlü belden yukarıya çıkamadığını son Kanuni tartışmasında bir kere daha test etmiş olduk.
Adam doğru dürüst senaryo yazamaz, araştırma yapmaz ve yönetemez; acemi ahçının açığını kapamak için maydanoz demetine sarılması gibi cinselliğe, tarih dizisiyse hareme yüklenir. Bu sırada Kanuni’yi tanınmaz kılığa sokuyormuş, çocuklar kadından başka işi olmayan bu adamı yanlış tanıyormuş, umrunda olmaz. Onların olmayabilir ama bizim umrumuzda… Gelin, bugün farklı bir şey yapalım ve Kanuni’nin kim olduğunu kendisinin yazdığı orijinal bir mektupla ortaya koyalım.
Mektubu ilim âleminin dikkatine sunan Yusuf Kılıç, onu önce 1989 yılında yayımlamış, ardından CIÉPO’nun sempozyumuna tebliğ olarak sunmuş (Ank. 1994). Aslı Budin Hazinesi’nde bulunan mektubun orijinalinden alındığını tahmin ettiğimiz bir kopyası da merhum Çağatay Uluçay’ın oğlu Toros Uluçay’ın elindeydi.
Yalnız Hezarfen Hüseyin Efendi’nin “Telhisü’l-Beyân” adlı eserinde anlam itibarıyla benzer bir başka mektup daha vardır ama ilginçtir, I. Murad’dan Evrenos Beğ’e yazılmıştır! Üslup, 16. yüzyıla aittir. Demek ki, Osmanlı padişahlarının beylerine gönderdiği genel bir “tenbihnamesi” gibi okunabilir metin. Bu, mektubu Kanuni’ye ait olmaktan çıkarmaz, onun ‘da’ kullandığı bir form karşısında bulunduğumuzu gösterir sadece.
Okununca Kanuni’nin devlet felsefesi, iş ahlakı, yönetim anlayışı, hak ve adalete verdiği önem, en önemlisi de İslamî hassasiyetinin ulaştığı nokta çarpıcı bir şekilde görülecektir. Mesela Bali Bey bir seferinde kaleler fethedip ganimeti askere koklatmamıştır. Kanuni hemen uyarır: “İslam’ın gereği neyse onu uygula, benim haksız tek kuruşun hazineme girmesine rızam yoktur.”
Kanuni kendini savunuyor, ‘Ben buyum’ diyor. Ya da ‘Ben o dizideki adam değilim’. Bu önemli mektubun tarafımdan sadeleştirilmiş hali şöyle: “Allahu Teala’ya hamdolsun ki, 18 kale almışsınız ve 30 bin kızak Tersane-i Âmire’me göndermişsiniz ve 60 bin kâfirin kellesini kestiğin haberini vermişsiniz. Berhudâr olup dünyada ve ahirette yüzün ak ve ekmeğin sana helâl olsun.
Lakin bu hizmetlerin karşılığında bir tuğ (rütbe) istemişsiniz. Ya Gâzi Bâli Bey, tuğ vefa gereği verilmez. Eğer sen bu hizmeti ve bu iyiliği bize minnet edersen biz dahi bundan önce sana 3 iyilik eyledik, onu söyleriz: Birincisi, sana “Müminlerin Emiri” diye hitab ettik; ikincisi başarılarının mükâfatı olarak “hil’at-ı fâhire” gönderdik; üçüncüsü Rasul-i Ekrem (sas) Hazretleri’nin fetihlerle dolu tuğunu verdik. Seni bu 3 şeyle yüceltip ödüllendirmiştik. Bunlardan büyük ihsân olmaz. İmdi sen de bu iyiliklere şükr eyleyesin ve şükrünü yerine getiresin.
Ve şunu da iyi bilesin ki: Beğlik iki kefeli bir teraziye benzer. Onun bir kefesi cennet, bir kefesi cehennemdir. Bu fani dünyada bir saat adalet eylemek 70 yıl ibadetten üstündür. Hak Sübhanehu ve Teala cümlemizi mahşer gününde âdiller zümresinden eyleye ve o âkıbet gününü hatırınızdan çıkarmayasınız. Ateşin kuru ağacı yaktığı gibi amel defterimizi yaktığı o günden endişe kılıp basiret üzre olasınız.
Ve seraskerliğin ve beğliğin hasebiyle hükmümüzün yürüdüğü yerlerde meydana gelen haksızlıklardan ötürü ceza gününde azarlanırsak biz de senin yakana yapışıp o günde yakanızı elimden kolay kolay kurtaramazsınız. Gayet dikkatli hareket edesiniz, nefsine gurur getirmeyesiniz ve kendi kuvvetim ve kılıcımla memleket fetheyledim demeyesiniz. Memleket evvela Cenâb-ı Bâri’nin olup sonra halife-i ruy-i zemine ısmarlanmıştır. Ve bütün işleri Cenâb-ı Bâri Teâlâ’dan bilesiniz.
Ve işittim ki: Feth eylediğin kalelerin mal ve erzakına Beytülmal için el koymuş ve askerlerine dağıtmamışınız. Bu fiile rızam yoktur. Beşte birine Beytülmal için el koyup diğer kısmını İslam askerine dağıtıp bölüştüresiniz. Zira o ganimet İslam askerinindir.
Ve askerin ihtiyarlarını baban, ortancalarını kardeş ve küçüklerini oğulların yerine sayasın. Babanı hoş tutup ikramda bulunasın, kardeşlerine iyi bakıp saygı gösteresin, oğullarına da merhamet ve şefkat eyleyesin. Ve İslam askerine sıkıntı çektirmeyesin ve mâlik olduğun malını ve nimetini onlardan uzak tutmayıp dağıtasın ve askerin hazinesi yetmeyip sıkıntı çekersen bu tarafa bildiresin, Allahu Teâlâ’nın yardımıyla bin-iki bin kese göndermekten âciz değilim.
Ve reâya (köylü, üretici) tâifesini altından kalkamayacağı vergilerle rencide etmeyesin. Bu husustan çok kaçınasın ki, bizim reâyamız rahat görünce küffâr reâyaları bizim tarafımıza, meyil ve teveccühleri bizim canibimize olur. O yörenin kasaba ve şehrinde oturan ümmet-i Muhammed fukarasını teftiş edip araştırarak sadakaya muhtaç kimse varsa onlara devlet hazinesinden gıda maddesi veresin. Zira fakirler, Hak Subhanehu ve Teala Hazretleri’nin makbul kullarıdır ve Müslümanların beytülmali (hazinesi), Allah’ın kullarının hakkıdır. Ve o taraflarda Peygamber Efendimiz’in evladından oturanlar varsa mukataât ve hazinelerden her birine günlük bir altın vazife tayin edesiniz ve onlara hiçbir şekilde sıkıntı çektirmeyesiniz.
Ve kadı ve hakimlerin başı, fazilet ve kelam madeni Mevlânâ Mustafa’yı (Allah faziletini ziyade eylesin) ordu-yı hümâyunuma kadı atayıp göndermişizdir. Ulaşınca şer’-i şerife son derece itaat edip boyun eğerek kurallara riayette kusur işlemeyesiniz. “Alimler, peygamberlerin vârisleridir” hadis-i şerifiyle âmil olup riâyette kusur komayasınız.
Ve bir insanı bir hizmete kullanmak istersen sakın önceki hâline güvenmeyesiniz. Nice kimseler vardır, eline fırsat geçmediği için zühd ve takvâ yoluna girmiş görünür ama fırsatı ele geçirdiğinde Nemrud ve Firavun kesilir. O kimseleri tekrar tekrar işle tecrübe etmeden hizmetine almayasın. Eğer ilk hali sonraki haline uygun gelirse istihdam edesin. Ve bazı kişiler vardır ki, gündüzü oruçlu, gecesi namazlıdır fakat onlar o kimselerdir ki, dünyaya meyil ve muhabbet edenlerdir. O tip insanlardan çok kaçınasınız.
Ve sen dahi fâni olan nesneye gönül bağlamayasın. Ve bazı köyler ve yerler vakfetmek murâd etmişsin, Yüce Allah’a yemin olsun ki, istersen feth eylediğin bütün vilayetleri vakf et, indimde makbuldür. Ve benden sonra gelen padişahlar senin evlad ve neseplerinin hatırını rencide ederlerse Allah’ın ve meleklerin ve bütün insanların laneti üzerlerine olsun, hatta mahşer gününde davacıları olup onlara husumet ederim. İmdi: Ya Gâzi Bâli Bey, sen dahi atın yüğrükdür ve kılıcın keskin olup ve yiğidin yararları ve işbilir dilâverleri belleyesin ve her nereye yönelirsen atın yüğrük ve kılıcın keskin ve uğrun açık olup Hak celle ve alâ İslam dinine en faydalı olan işlerinde yardımcın ve kollayıcın ve elini tutan yâverin ola. Âmin, Seyyidü’l-mürselîn hakkı için.”
MUSTAFA ARMAĞAN 02 Aralık 2012, Pazar
Yorumlar