Karşılaşma
Mümin — Siz kimsiniz?
Kâfir — Sizce Kâfir!
Mümin — Ne istiyorsunuz?
Kâfir — Sizinle konuşmak…
Mümin — Sebep?
Kâfir — Bakalım kim kimi mat edecek?
Mümin — Buyurun, şu iskemleye oturun. Ben bu zamana kadar altı türlü kâfir gördüm: Topyekûn bütün dinleri ve Allah’ı inkâr edenler… Allah’ı kabul edip peygamberlerini inkâr edenler… Allah’ı kabulle bazı peygamberleri inkâr edenler… Müslümanlığı kabul eder gibi olup onun bazı emirlerine ve yasaklarına itiraz edenler… Müslümanlığı sözde kabul edip onu bu asra göre yenileştirmek ve değiştirmek icap ettiğini iddia edenler… Müslümanlık iddia edip onu olduğundan başka türlü göstermek isteyenler… Siz, bunlardan hangi zümreye mensupsunuz?
Kâfir — Ay, bunların hepsi sizce kâfir mi?..
Mümin — Hepsi!..
Kâfir — Ben sırasına göre bunlardan ayrı ayrı hepsine ortağım!..
Mümin — Demek siz bütün şubeleriyle kâfirsiniz! Fakat bu birbiriyle barışmaz şubelere yayılı ve bu kadar dağınık olmak, küfür dâvanızda zaaf ve tezat teşkil etmez mi?..
Kâfir — Bilâkis… Ben herşeyden evvel Allah’ı inkâr ediyorum! Namütenahi bir cehd sarfederek muhal farz, O’nu kabul eder gibi olsam, peygamberleri kabul edemeyeceğimi anlıyorum. Allah’ı ve bazı peygamberleri kabul etsem, bazılarını redde mecburum! Hepsini ve bilhassa sonuncusunu kabul edip müslümanlık çerçevesine girsem, onun birçok emir ve yasaklarını mânâsız ve mantıksız buluyorum! Onları da sineye çeksem, müslümanlığın bu asra göre mutlaka yenileştirilmesi ve değiştirilmesi zaruretini görüyorum! Ve, yine farz—ı muhal, tam bir müslüman olsam, hiç de müslümanlığı sizin anladığınız gibi kavrayamayacağımı kavrıyorum! Görüyorum ki, benim inkârım başından sonuna kadar tezatsız bir bütün ifade ediyor. Düşünün… Ben gerçek iman adına sizin varmış bulunduğunuz noktaya, ayrı ayrı hepsini muayeneden geçirmiş olmak şartıyla, ne kadar uzağım!..
Mümin — Siz, bütün dünya felsefeleriyle beraber, bir çok dinleri ve bilhassa müslümanlığı, en ince ve en mahrem noktalarına kadar biliyor musunuz?
Kâfir — İnanın ki, bütün bunlarla beraber, müslümanlığı, değme İslâm âlimlerinden daha iyi tanıyorum!
Mümin — Öyleyse, sizinle uğraşırken, küfür üniversitesinin her fakültesiyle ayrı ayrı meşgul olmak icap edecek…
Kâfir — Fena mı? Memnun olun! Eğer bende, küfür ismini verdiğimiz hadiseyi olanca zenginlik ve çeşitleriyle bulursanız, siz de terazinin öbür kefesine en hususi mânadaki imanınızın bütün dirhemlerini atmak fırsatını elde etmiş olursunuz! Ve bakalım, hangi kefe ağır gelir?
Mümin — Yeryüzünde en ahmak müminin, en ahmak ânında duyacağı Allah bedaheti ve kalbinden fışkırtacağı Allah lâfzı, sizin o zengin kefenizi berhava etmeye yeter ama, pekâlâ, size mevzu mevzu cevap vermeyi kabul ediyorum! Önce şu teşhisle işe başlayayım: Siz kendinizi tezatsız görme noktasında aykırılıkların en yırtıcıları arasında parçalanmış ve her şeyden evvel nefsinizi murakabeden uzak kalmış bir yaratılış temsil ediyorsunuz! Ve yanlışa inanmak şöyle dursun, inanmaya inanma haysiyetini elden kaçırmış bulunuyorsunuz. Aydın geçinen nice kâfir gibi, siz, şunu bunu değil, doğruyu inkâr makamındasınız. Siz insanı inkâr ediyorsunuz.
MÜMİN – KÂFİR
Necip Fazıl Kısakürek
Büyük Doğu Yayınları
Eylül 2004, 8. Baskı, Sf. 7-9
Necip Fazıl Kısakürek
Büyük Doğu Yayınları
Eylül 2004, 8. Baskı, Sf. 7-9
/ Akıl
Kâfir — Siz, iman sahipleri ispat edemiyeceğiniz bir mesele karşısında kaldınız mı, hemen aklı ve ispatı inkâr etmek yoluna dökülürsünüz. Usûlünüz daima budur. Sanki aldı inkâr etmekle varlığını peşinen kabul ettiğiniz şeyi ispat etmiş oluyorsunuz. Düşünmüyorsunuz ki, ispat akıldadır. İnsanın, mesafeyi kabul ettikten sonra ayaklarını inkâr etmesi, varılacak hiçbir yer olmadığını gösterir. Onun içindir ki, akla birtakım gülünç çıkmazlar açarak onu kendi içinde hayret ve esarete mahkûm ettikten sonra, yine onun vasıtasiyle hakikat avcılığına çıkmak, içine saman doldurulmuş ölü köpekle tavşan kovalamaya çıkmak kadar mânâsız olmaz mı? Sizin akla biçtiğiniz bu esir memuriyetten sonra, ne iman, ne inkâr, hiçbir şey düşünülemez ve konuşulamaz. Öyle bir yokluk âlemine girilir ki, orada “var” topyekûn yok olduktan başka “yok”da yoktur. O halde susulur, cemadlaşılır, hiçbir tecrit ve teşhise, tefekkür ve muhasebeye yer kalmaz. Sizin hileniz budur!..
Kâfir — Siz, iman sahipleri ispat edemiyeceğiniz bir mesele karşısında kaldınız mı, hemen aklı ve ispatı inkâr etmek yoluna dökülürsünüz. Usûlünüz daima budur. Sanki aldı inkâr etmekle varlığını peşinen kabul ettiğiniz şeyi ispat etmiş oluyorsunuz. Düşünmüyorsunuz ki, ispat akıldadır. İnsanın, mesafeyi kabul ettikten sonra ayaklarını inkâr etmesi, varılacak hiçbir yer olmadığını gösterir. Onun içindir ki, akla birtakım gülünç çıkmazlar açarak onu kendi içinde hayret ve esarete mahkûm ettikten sonra, yine onun vasıtasiyle hakikat avcılığına çıkmak, içine saman doldurulmuş ölü köpekle tavşan kovalamaya çıkmak kadar mânâsız olmaz mı? Sizin akla biçtiğiniz bu esir memuriyetten sonra, ne iman, ne inkâr, hiçbir şey düşünülemez ve konuşulamaz. Öyle bir yokluk âlemine girilir ki, orada “var” topyekûn yok olduktan başka “yok”da yoktur. O halde susulur, cemadlaşılır, hiçbir tecrit ve teşhise, tefekkür ve muhasebeye yer kalmaz. Sizin hileniz budur!..
Mümin — Bakalım hile kimde? İmanın elinde akıl, anlattığınız bu tâbi vaziyete geçerken, inkârın, yani sizin gibilerin elinde de putlaşıyor, kendi olmadığı yerde “var” ve “yok”u gösterecek mutlak bir nefy âlemine kaçmak suretiyle nefsini ve hükümranlık hırsını korumaya çalışıyor. Eğer hile ve sahte teselli diye bir şey varsa işte budur; ve bu (taktik) aklın nihâî gözbağcılığı, hokkabazlığı, düzenidir. O kadar ki, bu hileyi hattâ yine akılla çözmeyi bilmeyenler için vaziyet tehlikelidir. Bakınız efendim; aklı tüketen ve onun son sınır taşına kadar uzanıp kayaya çarpanların muazzam düsturuna göre “Bu iş ne akılla olur, ne de akılsız…” Akıl, varken yok, yokken var bir keyfiyettir. Ve yine aklî bir zaruret olarak şart… Şu muhakkaktır ki, aklın akıl olması için evvelâ nefsini, zatını idrak etmesi, bu hususta bir his şemmesine mâlik bulunması bedihîdir. Aklın selâhiyetini tâyin, mutlaka kendisinin tam bir muayene, murakabe ve keşfiyle mümkündür. Bu selâhiyet, muayyen bir mesafe şeridi gibi, kendisinden uzak kalan bir âlemin kapısında nihayete erince, ona, yani akla, dışını inkâr değil, bilâkis tasdik gibi son ve ulvî bir idrak düşer. İdrakin imkânsızlığını anlayan bir idrak… Bu, aklın, kendi aczini müşahede yoliyle becerdiği öyle bir varıştır ki, onda, bir nevi, kendi nefsini de idrak ve ikmâl kıymeti mevcuttur. Sizin aklınız, kendi kendisini görmeden, gördüğünü, ölçtüğünü ve binaenaleyh bulmadığını zanneden; bizim aklımız ise kendi kendini görerek, göremediğini, ölçemediğini ve binaenaleyh bir görülemez ve ölçülemez bulunduğunu gösteren bir vasıta… Böylece hile isnad ettiğiniz iman aklı, hakikatin ve olunması gereken şeyin ta kendisi; hakikat ve halisiyet izafe ettiğiniz küfür aklı ise hile ve hokkabazlığın bizzat hem suçlu ve hem güçlü şekildir.
Kâfir — Safsata!..
Mümin — Cankurtaran simitlerinizden biri… Safsata… Onu hem siz yapar, hem de muhatabınıza isnat edersiniz! Sizin yandan çarklı ve davlumbazlı battal akıl geminizi kızağa çeken herkes, nazarınızda hayâl adamıdır. İşte, bizatihi, Allah ve üstün illiyetleri anlamasına imkân olmayan, tek imkânı ancak anlayamıyacağını anlatmaktan ibaret bulunan akıl, kendi öz gururunu tekmeler tekmelemez, altından öyle bir akıl çıkar ki, o, bütün bedahetleri görmeğe başlar. Gördüğü ilk tecelli de bedahetlerin en mutlakı halinde Allah’ın varlığı olur.
Kâfir — Allah’ın bu kadar ucuz ispatını hiç kabul eder miyim ben?
Mümin — Demek siz sadece malın pahalısını kabul edersiniz! Pahalı olsun da ne olursa olsun… Fakat Allah’ın, meselâ su gibi, nice nimeti vardır ki, hiç bir bedel onun büyük değerini ölçemez. Bedahet de, bedava olmakla beraber böyle bir nimettir.
Kâfir — Sizdeki yalnız tevilden ibaret güzellik…
Mümin — Sizdeki de tevilsiz çirkinlik!..
Kâfir — Ama yine akıl diyorsunuz. Daima akıl, hep akıl, ondan vazgeçemiyorsunuz!
Mümin — Evet, akıl diyorum! Aklın, nihaî hamle ve kazanç olarak, kendi kifayetsizliğini anlamasından, kendi kendisini tahrip etmesinden başka hiçbir nasibi yoktur. Nitekim, kendisinden evvelki akılcılar sistemini yıkmış olan Garplı bir filozof, hasımlarının “sen akılcılık mesleğini yıktın ama, metodun aklîdir; buna ne dersin?” sözüne şu cevabı vermiştir: “Demek ki, akim en üstün ve en nihaî faaliyeti, kendi metodiyle kendi kendisini tahrip etmekmiş…” Siz bu filozofu tanıyor musunuz?
Kâfir — Evet… Meşhur (Bergson)… Şair felsefecilerden biri…
Mümin — Demek o da şair sizce…. Ya ondan asırlar önceki İmam-ı Gazalî’ye ne buyrulur?..
Kâfir — Onu bilmiyorum!
Mümin — Bildiğiniz ne var ki, onu bilesiniz?.. İmam-ı Gazali diyor ki: “Aklı gerdim, gerdim, kopacak kadar gerdim, gördüm ki, o, sınırlıdır ve kendi kendisine varabileceği hiçbir nihayet noktası yoktur. Aklımı kaybedecek hale geldim ve Allah Sevgilisinin ruh feyzine sığınıp her şeyi anladım ve kurtuldum. Peygamberlik tavrı aklın verâsıdır.” İşte akıl!..
Yorumlar