Ana içeriğe atla

Veliahd Abdülmecid efendi, böyle bir Hilâfet’i seve seve kabul etti

Kesilen kafalar ve Saltanatın kaldırılması

Vahideddin Han, mektepten Saltanat’a ve Hilâfete bağlılık yeminleri ederek mezun olan ve orduya katılan Refet Paşa’dan ettiği yemine sadakat beklemektedir, fakat bu beyhude bir bekleyiştir. Zira Sultan’ın bileti 1 Kasım günü bir daha geriye dönülemeyecek bir biçimde kesilmiştir. Refet Paşa, ise sadece bir elçidir ve tebliği için oradadır. Ankara’dan kesin emir almıştır.

Millî Mücadele’yi en başından beri destekleyen, besleyen hatta 2. İnönü Zaferi’nden sonra Anadolu’daki gazilere ulaştırmak üzere açılan yardım kampanyalarına hanedanın bütün üyeleri ile birlikte bir numaralı bağışçı sıfatıyla katılan, büyük zafer neticesinde Dolmabahçe Sarayı’nda kıldığı şükür namazına ve indirilen hatimlere rağmen Sultan Mehmed Vahideddin Han, değişen sosyal şartlar itibariyle Ankara’daki TBMM’de 1922’nin sonundan itibaren artık tüm kötülüklerin müsebbibi olarak görülüyor ve tahtında hatta memlekette bir dakika bile kalmaması noktasında konuşmalar yapılıyordu.

Sultan Vahideddin Han’ın son Başkatibi Rıfat Bey, hükümdarın büyük zaferden sonra Anadolu’yu tebrike hazırlandığını ama tebrik telgrafının bir türlü çekilemediğini anlatır.

Büyük zaferden sonra çekilmesi planlanıp bir türlü çekilemeyen kutlama telgrafını isterseniz o günün başkatibi Rıfat Bey’in hatıralarında bu durumdan bahsederken o gecenin karmaşasından ve telgrafın çekilmesi için birkaç gün beklenip Ankara TBMM’nin bu mutluluğu sindirmesini beklediklerini açıklar ve şöyle söyler;
“Son Mevlid Kandili gecesiydi. Padişahın Çit Köşkü’ndeki odasından hemen gelmemi istediğini söylediler. Yanlarında eski Başkatip Ali Fuat Bey’in (Türkgeldi) bulunduğunu öğrendim. Hemen Çit Köşkü’ne gittim. Elinde bir kâğıt olduğu halde her zamanki yerinde oturuyor ve karşısında Ali Fuat Bey bulunuyordu. Oda kapısından henüz içeriye girdim ki, Padişah; Gel gel sen de şu sandalyeye otur. Al şu kağıdı bir de sen oku, ne dersin? diye elindeki kağıdı verdi. Bu kağıt Ali Fuat Bey tarafından kaleme alınmış ve ilk paragrafında ordunun kazanmış olduğu zaferden dolayı memnunluğunu, ikinci paragrafında ise Anadolu ile İstanbul arasındaki ayrılığın bir düzeltme suretine bağlanması hakkında bazı temennileri ihtiva ediyordu. Ben de fikrimi söyleyip Büyük Taarruz’da kazanılan zaferin şerefine verilen mevlide gittim.”1
Kutlama telgrafının çekileceği esnada Ankara’daki Meclis’te bazı milletvekillerinin padişah ve İstanbul hakkındaki ileri geri konuşmaları saraya kadar gelmiş, bu gelişme üzerine telgrafın çekilmesi için Meclis başkanlığının bu gelişmeler karşısındaki tavrı ve tepkisi beklenmiştir.

TBMM’de çok şiddetli tartışmalar yaşanıyordu. Önceleri Saltanat Ve Hilâfet mutlaka Sultan Vahideddin’e aittir fikrini savunan Meclis üyeleri, bir süre sonra, Saltanat ve Hilâfet’in mutlaka olması gerektiği ama Vahideddin Han’dan bu sıfatların alınmasının şart olduğunu sesli bir biçimde ifade etmeye başladılar. Aynı meclis üyeleri, 1922’nin son çeyreğinde ise Hilâfet ve Saltanat’ın birbirinden mutlaka ayrılması, Hilâfetin devam etmesi ve Saltanat’ın kaldırılması gerektiğine doğru dönmeye başladı. Bu noktada başta Mustafa Kemal Paşa olmak üzere diğer milletvekilleri çok sert ve Saltanat’ın aleyhinde konuşmalar yapmaya başladı.

1 Kasım 1922 günü, Saltanat’ın Kaldırılması’na binaen toplanan meclis genel kuruluna vekiller tarafından değişik metinler sunuldu. Görüşülen kanun maddesine muhalefet eden bir grup mebus, “Saltanatla hilafetin birbirinden ayrılmasının İslâm Fıkhı açısından da mümkün olmayacağını” söylemeleri üzerine iki grup arasında çok ciddi tartışmalar çıktı. Gittikçe artan tansiyon sinirleri de bir hayli gerdi. Hadiseleri dikkatle takip eden Meclis Reisi Mustafa Kemal Paşa, yüksek gerilimli anların yaşandığı bir anda sıranın üzerine çıkarak şu meşhur konuşmasını yaptı;
“…Hakimiyet ve Saltanat hiç kimse tarafından hiç kimseye ilim icabıdır diye verilmez. Hakimiyet, saltanat kuvvetle, kudretle ve zorla alınır. Osmanoğulları zorla Türk milletinin hakimiyet ve saltanatına el koymuşlar, bu tasallutlarını altı asırdan beri devam ettirmişlerdi. Şimdi de Türk milleti bu mütecavizlerin hadlerini bildirerek hakimiyet ve saltanatını isyan ederek kendi eline fiilen almış bulunuyor. Mevzubahis olan millete saltanatını, hakimiyetini bırakacak mıyız meselesi değildir. Mesele, zaten emrivaki olmuş bir hakikati ifadeden ibarettir. Bu, derhal olacaktır. Şu an burada toplananlar, meclis ve herkes meseleyi normal görürse, bence uygun olur.
Aksi takdirde yine hakikat usulü dairesinde ifade olunacaktır. Fakat ihtimal bazı kafalar kesilecektir.”

Paşa’nın bu konuşmasından sonra muhalif sesler sustu ya da susmak zorunda kaldı. konu hakkında verilen önergeler birleştirildi ve son şekil, genel kurulda “Allah Kahretsin” sedalarıyla, “taçlı hain”, “Vehimeddin” gibi benzetmelerin bol kullanıldığı konuşmalardan sonra kabul edildi. Millet Meclisi’nde kabul edilen bu kanundan sonra Vahideddin Han’ın üzerinden Sultan’lık sıfatı alınmış, fakat Halife’lik sıfatı halâ üzerinde durmaktaydı.

1 Kasım 1922’deki bu görüşmelerden sonra saltanat ve padişahlık artık tarih olmuştu. Bu durum, tahtı ayaklarının altından çekilen Sultan’a, İstanbul’da Büyük Millet Meclisi’nin ve Hükümetini temsil eden Refet Bele Paşa, tarafından bildirildi. Refet Paşa, 2 Kasım günü sabahı Saray’a gelir ve saat on birde huzura kabul edilmesini ister. Sultan, Meclis’in aldığı karardan haberdardır fakat kendisine henüz resmî bir tebligat yapılmamıştı. Yıldız Sarayı’nda o gün, fevkalâde bir telaş hakimdir. Vahideddin Han’ın daha sonra anlatacağı gibi; “Henüz Boğaz’da namlularını Yıldız’a çevirmiş olan işgalci zırhlılar vardır. Fakat ilk kez Anadolu’nun galip temsilcisi Saray’a gelecektir. Hukukî açıdan bu işgalin de nihayet bulduğunun en mühim göstergesidir.”
Vahideddin Han, mektepten Saltanat’a ve Hilâfete bağlılık yeminleri ederek mezun olan ve orduya katılan Refet Paşa’dan ettiği yemine sadakat beklemektedir, fakat bu beyhude bir bekleyiştir. Zira Sultan’ın bileti 1 Kasım günü bir daha geriye dönülemeyecek bir biçimde kesilmiştir. Refet Paşa, ise sadece bir elçidir ve tebliği için oradadır. Ankara’dan kesin emir almıştır. Vahideddin’e “Sultan, Hükümdar veya Hakan” gibi devlet başkanlarına yapılan bir hitap tarzı ile hitap etmemesi bildirilmiştir.
Refet Paşa, Saray’da o gün hayatı boyunca hiçbir an eşine benzerine karşılaşamayacağı bir saygı ve ihtimam ile karşılaşır. Başmabeynci ve Başkâtip kendisini kapıda karşılar. Diğer saray çalışanları ise kapıdan itibaren merdivenlerde ve içeride karşılıklı olarak sıraya dizilirler. Avrupaî bir giyim tarzı ile giyinen ve biraz da havalı bu Ankara Hükümetinin temsilcisi Refet Paşa, acaba bu durum karşısında ne düşünmüştür?.. Refet Paşa, sıkıntılıdır. Daha sonraki senelerde kaleme aldığı hatırlarında bu hadise için şöyle söyler;
“…Yapmakla görevli olduğum husus, güç ve ağırdı. Biz saltanata ve hilâfete bağlı kalacağımıza yemin etmiştik. Anadolu mücadelesi sırasında da saltanatı ve hilâfeti düşman boyunduruğundan kurtaracağımızı söylüyorduk. Ama Mustafa Kemal Paşa’nın da talimatı açık ve kesindi. Vahideddin’e sadece Halife Hazretleri diyerek hitap edecektim.”2
Seneler sonra bu samimi düşüncelerini itiraf eden Paşa, o gün Sultan’la karşılaştığı an hiç de saygı çerçevesinde davranmadı. Zira Paşa, Ankara dönüşünde bu karşılaşma için şöyle diyecektir;
“…Padişah’ın önünde ayak ayak üstüne attım ve koltuğa o kadar yaslandım ki nerede ise ayakkabım burnuna değecekti… Sultan Vahideddin, Refet Paşa’yı Yıldız Sarayı’nın ikinci katındaki kabul odasında seneler evvel memleketin kurtuluşu için planlar yaptığı dönemlerde, Kâzım Karabekir Paşa’yı, Mareşal Fevzi Çakmak Paşa’yı ve Mustafa Kemal Paşa’yı karşıladığı psikoloji ile karşıladı. Zira Sultan mevcut durumu halâ kabul etmek istemiyordu. Bu durumu halâ karşılıklı paslaşmalarla atılan hamleler gibi görüyordu.
Büyük bir saygı ile karşılanan ve en üst düzeyde itibar gören Refet Paşa, Sultan’ın odasında Vahideddin Han’a hitaben sözüne “Sultanım” yerine “Halife Hazretleri” diye başlayınca bozulan ve fena halde sinirlenen Sultan Vahideddin, mülakatı daha başlamadan bitirmiş ve Saltanatsız bir hilâfetin olamayacağını izah ettikten sonra;
“…Saltanatsız bir Hilâfeti hanedanımızın en aciz bir ferdinin bile kabul etmeyeceğine emin olabilirsiniz Paşa!” deyip konuşmasını bitirmiştir. Refet Paşa ise seneler sonra dostlarına; “O gün sultanı İstanbul’dan ayrılması için ikna etmeye çalıştığını, bu gidişin sürekli değil geçici olacağını ve bir müddet sonra ortalık yatışınca tekrar döneceği noktasında telkinde bulunduğunu”3 söylemişti
Zira bu sayede, ülkede çift başlılık ortadan kalkacak, hiçbir meselede ikilik oluşmayacak ve rejim bunalımı yaşanmayacaktı. Mustafa Kemal Paşa, Refet Bele’ye, kendisi için şartların bir hayli zorlaştığını gören Sultan Vahideddin’in memleketten kaçması halinde müdahele etmemesi ve bu gidişe mani olmaması noktasında emirler de vermişti. Böylelikle hem tahtı elinden alınan bir Sultan’dan kurtulacaklar, hem kendisini firarî duruma düşürecek, hem de istediği sonuca varacaktı.4 

Her şeye rağmen Sultan, Hilâfet ve Saltanat’ın birbirinden ayrılması ve Saltanat’ın kaldırılmasından sonra ortaya çıkan fiilî durumu asla tanımamış ve İslamî doktrine bağlı kalarak Saltanatsız Hilâfetin olamayacağı görüşünde ısrar etmiştir. Şer’i hukuka göre saltanat gücü olmayan bir hilafetin ancak göstermelik olacağını ve hiçbir dinî kaynakta böyle bir sembolik hilâfete olur veren bir hükmün bulunmadığını,5 dolayısıyla böylesine akla ve dine aykırı olan Saltanat’sız bir Hilâfet’i hanedanın en aciz üyesinin bile kabul etmeyeceğini savuna dursun, memleketi terk ettiğinin ertesi günü TBMM’de yapılan oylama neticesinde amcasının oğlu ve Veliahd Abdülmecid efendi, böyle bir Hilâfet’i seve seve kabul etti.6
KAYNAKLAR: 
1) Münevver Ayaşlı, İşittiklerim Gördüklerim bildiklerim, Sf;231, İstanbul 1990 
2) Ahmet Anapalı, Kurtuluşun Faturasını Ödeyen Adam, s.328
3) Metin Ayışığı, Son Osmanlı Hükümeti İle Ankara Hükümeti Arasındaki Münasebetler
4) Ekim 1920-4 Kasım 1922),Toplumsal Tarih, Haziran-Temmuz, 1994.
5) Mehmet Akif Tural, Saltanatın Otopsisi veya Milli Hakimiyet Yolunda Çekilen Çileler, Atatürk Kitaplığı, s.11
6) Münevver Ayaşlı, a.g.e., Sf; 8.

http://gercektarihdeposu.blogspot.com
Sultan Vahideddin Han
http://gercektarihdeposu.blogspot.com

Yorumlar

Bu blogdaki popüler yayınlar

Vehbi Koc, Haim Nahum’un oğludur.

Vehbi Koc, Haim Nahum’un oğludur. Haim Nahum, Osmanlı Bankasından çaldığı paraları İsviçre’ye aktardı. Haim Nahum çaldığı paraların yarısını bir oğlu Bernar Nahum’a diğer yarısını da diğer oğlu Vehbi Koç’a verdi. Bernar Nahum ve Vehbi Koç o rtaklasa BEKO’yu kurdular. Vehbi Koç’un serveti, Osmanlı Parasıdır. ***** “Koç ve Doğramacı ailesini yakın izlemeye almak gerek.. Vehbi Koç kimdir? Bakarsınız ipin ucu Bandırma vapuruna kadar gider.. Bernard Nahum da çok önemli bir isim ve tabii Haim Nahum Efendi de öyle.. Koç deyince bugün akla Mustafa Koç, Rahmi Koç gelse de, aslında Koç ailesinin asıl önemli isimleri Kıraçlar. İnan Kıraç da damat..! Bu Hayim Nahum adı önemli.. Lozan’ın perde gerisindeki Siyonist o.. Türkiye’deki “Arap Düşmanı Kemalist Milliyetçilik”i n sponsoru da O. Daha sonra gitti Nasır’a danışman oldu, Arap Yahudilerini örgütledi ve Türk düşmanı Arap milliyetçiliğin in liderliğini üslendi..! Arap düşmanı Kemalist Türk milliyetçiliği fikrinin arkasında kimler vardı bakın bakal...

israil’in 2. cumhurbaşkanı Atatürk’ün hocası Şemsi Efendinin oğlu

SABETAY ve PAKRADUNİ’ ler   Selanikli'nin yakın dostları TSK’nın hazırladığı “Atatürk Köşesi”nde Mustafa Kemal Paşa’nın boyunun 1.74 olduğu yazıyor. Bugüne kadar 1.68 olduğu biliniyordu.. Genelkurmay Başkanlığı Atatürk’ün boyunu açıklayarak tartışmalara son noktayı koydu. Genelkurmay Başkanlığı Atatürk’ün boyunun bilinenin aksine 1.68 değil, 1.74 olduğunu açıkladı. Atatürk’ün boyu 1.74 i ken, kilosu 74-76 arası, ayak numarasının da 42 olduğu açıklandı. Siz babasının adının Ali Rıza, annesinin adının Zübeyde olduğunu kabul etmeye devam edin ve tabii Selanik’te doğduğunu da! Resmi tarih iddiasını

Atatürk un SEVGILISI Fikriye nin intihar etmediği, öldürüldüğü kanaati güçlendi.

Hayatı gizemlerle dolu Fikriye’nin intihar etmediği, öldürüldüğü kanaati güçlendi. Yazar Fatih Bayhan tarafından yapılan çalışmada Fikriye’nin aynı zamanda Atatürk’ün imam nikâhlı eşi olduğu ve ondan çocuk aldırdığı iddia ediliyor.  Zübeyde, Makbule, Latife, Fikriye, Sabiha, Ülkü… Atatürk’ün kadınları. Anne, abla, eş, sevgili, evlatlık... Mustafa Kemal’in etrafındaki kadınların her biri ayrı bir araştırma konusu aslında. Latife Hanım ile Atatürk’ün ilişkisi sıradan bir karı-koca münasebeti değildi elbet. Gazi’nin etrafındaki kadınların çoğu güçlüydü şüphesiz. Ama Fikriye’nin durumu farklıydı. Mahzun, acılı, âşık, ihtiraslı, bir o kadar da çocuktu Fikriye. Zaten acılarla örülü hayatı da bunu gösteriyor. Fikriye yitik bir kadındı. Çünkü Atatürk’ün hayatının belki de en gizli kalan parçasıydı.  Atatürk ile Fikriye’nin ilişkisi nasıldı? Fikriye Köşk’te sıradan bir kadın mı yoksa Mustafa Kemal’in kalbindeki en derin yara mıydı? Fikriye intihar mı etti? Atatürk, Fikriye’ye d...