M.Kemal: Hayatın Sonu Sıfırdır
Aslı olmadığı halde çok yaygın şekilde konuşulduğundan gerçek olduğu zannedilen rivayetler için “şehir efsanesi” tabiri kullanılır.
Bunlardan biri Çanakkale için söz konusu.
M. Kemal’in, Çanakkale’de “Taarruzu değil, ölmeyi emrediyorum” dediği askerlerin şehit olmaya koşarken çizdikleri tabloları tasvir ederken kullandığı ifadelerin gerçek anlamını öğrenmek açısından bu konu çok önemli.
Bilindiği gibi, o meşhur ifadeler Çanakkale zaferinin yıldönümü haftalarına tekabül eden Cuma hutbelerinde dahi sık sık tekrarlanıyor.
Böylece gencecik askerlerimizin şehitliğe nasıl bir şevkle koştukları, komutanlarının ifadesiyle anlatılmış; şehitlerin o halet-i ruhiyesinden M. Kemal’e de, onu dindar gösterme projesine uygun bir profil çıkarılmış oluyor.
Buna karşılık, M. Kemal’in, aynı gözlemlerini, Avrupa günlerinden gönül ilişkisi içinde olduğu Madam Corinne’e cepheden yazdığı mektuplarda çok farklı bir anlayış ve üslûpla yansıttığını görüyoruz.
İşte 6.5.1916 tarihli bir mektuptan satırlar:
“Askerlerim pek cesur ve düşmandan daha mukavemetlidirler. Bundan başka, hususî inançları, çok defa ölüme sevk eden emirlerimi yerine getirmelerini çok kolaylaştırıyor.
“Filhakika, onlara göre iki semavî netice mümkün. Ya gazi veya şehit olmak. Bu sonuncusu nedir, bilir misiniz? Dosdoğru Cennete gitmek. Orada Allah’ın en güzel kadınları, hurileri onları karşılayacak ve ebediyen onların arzularına tâbi olacaklar.”
Askerlerinin şehitlik arzusunu “bir an önce hurilere kavuşma arzusu” ile açıklayan M. Kemal, kendi tercihini ise şöyle ifade ediyor:
“Ölümden sonraki hayalî rahata kavuşmak için Allah’ımızın Cennetine gitmeye kolay kolay razı olacak değilim…” (Sabah, 26.3.02)
O dehşetli savaş ortamında askerlerini emirle ölüme gönderirken kendi düşünce ve tercihini sırdaşı bir hanıma, inançlarla istihza yüklü ifadelerle böyle açığa vuran bu satırlar, aslında gerçekteki M. Kemal portresiyle de örtüşüyor.
Ve o portre, M. Kemal’in, ölümünden bir yıl önce Romanya Dışişleri Bakanı ile sohbet ederken söylediği şu sözlerde kendisini gösteriyor:
“Kitaplar karıştırdım. Hayat hakkında filozofların ne dediklerini anlamak istedim. Bir kısmı herşeyi kara görüyordu. ‘Madem ki hiçiz ve sıfıra varacağız, dünyadaki muvakkat ömür esnasında neşe ve saadete yer bulunamaz’ diyorlardı. Başka kitaplar okudum. Bunları daha akıllı adamlar yazmışlardı. Diyorlardı ki: ‘Madem ki sonu nasıl olsa sıfırdır, bari yaşadığımız müddetçe şen ve şatır olalım.’ Ben kendi karakterim itibarıyla ikinci hayat telâkkisini tercih ediyorum.” (Afet İnan, M.B ve Atatürk’ün El Yazıları, s. 16 veya Ulus Gazetesi, 20 Mart 1937)
Hayat felsefesini tamamen filozofların yorumlarına göre şekillendiren ve onlardan aldığı tesirle hayatın sonunu “sıfır” olarak gören bir kişinin bu sözleri herşeyi açıkça anlatmıyor mu?
Ahirete inanan bir insan, hayatın sonunu sıfır ve hiçlik olarak görür; “Madem sonu sıfırla bitecek, öyleyse bu hayatı olabildiğince şen ve şatır yaşayalım” diye düşünür; şehit olma iştiyakıyla ölüme koşan gencecik askerlerin bu psikolojisini bir an önce hurilerle buluşma arzusuyla açıklayıp alay eder ve ölümden sonraki Cennet hayatı için “hayalî rahat” ifadesini kullanır mı?
Yine M. Kemal’in, “Biz ilhamımızı gökten indiği sanılan kitaplardan değil, hayatın gerçeklerinden alıyoruz” sözü, bu portreyi tamamlıyor.
Mukaddes kitabımız Kur’ân-ı Kerim başta olmak üzere semavî kitaplar hakkındaki düşüncesini “gökten indiği sanılan” ifadesiyle açığa vuran bir kişinin, ölüm sonrasına ilişkin kanaatinin de böyle olmasında şaşılacak birşey var mı?
Bu konulardaki gerçek düşüncelerini milletin önünde açıkça dile getirmekten kaçınması, hattâ birçok beyanında tam tersi yönde fikirler ifade etmesi normal. Çünkü o bir siyaset adamı.
Yönlendirmek ve yeniden şekillendirmek istediği toplumla kendisini karşı karşıya getirecek çıkışlar yapmak, akılcı bir siyasetle bağdaşmaz.
Ama icraatlarının, gizli tutmaya çalıştığı gerçek fikirleri istikametinde olduğu da bir vâkıa.
Kazım Güleçyüz, Yeni Asya (14.12.2011)
Aslı olmadığı halde çok yaygın şekilde konuşulduğundan gerçek olduğu zannedilen rivayetler için “şehir efsanesi” tabiri kullanılır.
Bunlardan biri Çanakkale için söz konusu.
M. Kemal’in, Çanakkale’de “Taarruzu değil, ölmeyi emrediyorum” dediği askerlerin şehit olmaya koşarken çizdikleri tabloları tasvir ederken kullandığı ifadelerin gerçek anlamını öğrenmek açısından bu konu çok önemli.
Bilindiği gibi, o meşhur ifadeler Çanakkale zaferinin yıldönümü haftalarına tekabül eden Cuma hutbelerinde dahi sık sık tekrarlanıyor.
Böylece gencecik askerlerimizin şehitliğe nasıl bir şevkle koştukları, komutanlarının ifadesiyle anlatılmış; şehitlerin o halet-i ruhiyesinden M. Kemal’e de, onu dindar gösterme projesine uygun bir profil çıkarılmış oluyor.
Buna karşılık, M. Kemal’in, aynı gözlemlerini, Avrupa günlerinden gönül ilişkisi içinde olduğu Madam Corinne’e cepheden yazdığı mektuplarda çok farklı bir anlayış ve üslûpla yansıttığını görüyoruz.
İşte 6.5.1916 tarihli bir mektuptan satırlar:
“Askerlerim pek cesur ve düşmandan daha mukavemetlidirler. Bundan başka, hususî inançları, çok defa ölüme sevk eden emirlerimi yerine getirmelerini çok kolaylaştırıyor.
“Filhakika, onlara göre iki semavî netice mümkün. Ya gazi veya şehit olmak. Bu sonuncusu nedir, bilir misiniz? Dosdoğru Cennete gitmek. Orada Allah’ın en güzel kadınları, hurileri onları karşılayacak ve ebediyen onların arzularına tâbi olacaklar.”
Askerlerinin şehitlik arzusunu “bir an önce hurilere kavuşma arzusu” ile açıklayan M. Kemal, kendi tercihini ise şöyle ifade ediyor:
“Ölümden sonraki hayalî rahata kavuşmak için Allah’ımızın Cennetine gitmeye kolay kolay razı olacak değilim…” (Sabah, 26.3.02)
O dehşetli savaş ortamında askerlerini emirle ölüme gönderirken kendi düşünce ve tercihini sırdaşı bir hanıma, inançlarla istihza yüklü ifadelerle böyle açığa vuran bu satırlar, aslında gerçekteki M. Kemal portresiyle de örtüşüyor.
Ve o portre, M. Kemal’in, ölümünden bir yıl önce Romanya Dışişleri Bakanı ile sohbet ederken söylediği şu sözlerde kendisini gösteriyor:
“Kitaplar karıştırdım. Hayat hakkında filozofların ne dediklerini anlamak istedim. Bir kısmı herşeyi kara görüyordu. ‘Madem ki hiçiz ve sıfıra varacağız, dünyadaki muvakkat ömür esnasında neşe ve saadete yer bulunamaz’ diyorlardı. Başka kitaplar okudum. Bunları daha akıllı adamlar yazmışlardı. Diyorlardı ki: ‘Madem ki sonu nasıl olsa sıfırdır, bari yaşadığımız müddetçe şen ve şatır olalım.’ Ben kendi karakterim itibarıyla ikinci hayat telâkkisini tercih ediyorum.” (Afet İnan, M.B ve Atatürk’ün El Yazıları, s. 16 veya Ulus Gazetesi, 20 Mart 1937)
Hayat felsefesini tamamen filozofların yorumlarına göre şekillendiren ve onlardan aldığı tesirle hayatın sonunu “sıfır” olarak gören bir kişinin bu sözleri herşeyi açıkça anlatmıyor mu?
Ahirete inanan bir insan, hayatın sonunu sıfır ve hiçlik olarak görür; “Madem sonu sıfırla bitecek, öyleyse bu hayatı olabildiğince şen ve şatır yaşayalım” diye düşünür; şehit olma iştiyakıyla ölüme koşan gencecik askerlerin bu psikolojisini bir an önce hurilerle buluşma arzusuyla açıklayıp alay eder ve ölümden sonraki Cennet hayatı için “hayalî rahat” ifadesini kullanır mı?
Yine M. Kemal’in, “Biz ilhamımızı gökten indiği sanılan kitaplardan değil, hayatın gerçeklerinden alıyoruz” sözü, bu portreyi tamamlıyor.
Mukaddes kitabımız Kur’ân-ı Kerim başta olmak üzere semavî kitaplar hakkındaki düşüncesini “gökten indiği sanılan” ifadesiyle açığa vuran bir kişinin, ölüm sonrasına ilişkin kanaatinin de böyle olmasında şaşılacak birşey var mı?
Bu konulardaki gerçek düşüncelerini milletin önünde açıkça dile getirmekten kaçınması, hattâ birçok beyanında tam tersi yönde fikirler ifade etmesi normal. Çünkü o bir siyaset adamı.
Yönlendirmek ve yeniden şekillendirmek istediği toplumla kendisini karşı karşıya getirecek çıkışlar yapmak, akılcı bir siyasetle bağdaşmaz.
Ama icraatlarının, gizli tutmaya çalıştığı gerçek fikirleri istikametinde olduğu da bir vâkıa.
Kazım Güleçyüz, Yeni Asya (14.12.2011)
Yorumlar