Padisahlar ve yaptiklari evlilikler nesli bozdu diyenlere verilecek cevap
1. Padişahlar “yabancı kadın” almadı, çünkü Osmanlılar’da “yabancı” demek “gayr-i Müslim (Müslüman olmayan) demektir. Yani “Müslüman” olan her kadın ve erkek “yabancı” olmaktan çıkar, önceki dini ve milliyeti ne olursa olsun, memleketin ve devletin “asıl sahibi” haline gelir.
2. Padişah anaları, sadece kendi dönemlerini değil, çağları kuşatıp kucaklayan bir hayır anlayışının da öncüleridir. Bu alanda hem örnek, hem de önder olmuşlar, toplumu “yardımlaşma”ya teşvik etmişlerdir.
3. Her alanda ve her anlamda millete örnek/önder olabilmeleri için, padişah eşlerinin çok iyi bir eğitim sürecinden geçmeleri,
son derece yeterli hale gelmeleri gerekiyordu: Bu da ancak saray içi eğitimle mümkündü. Haremde yıllar boyu her anlamda eğitiliyorlar, namus, iffet, dürüstlük vesaire alanlarda defalarca deneniyorlar, âdeta iğnenin deliğinden geçiriliyorlardı.
Gizli ya da açık tüm sınavları yüzlerinin akıyla kazananlar arasından padişaha “eş adayı” seçiliyordu.
Bu seçimi “Valide Sultan”lar (Padişahın anneleri) yapıyor, Şeyhülislam’a da onaylatıyorlardı. Onaylanan kızı padişah da beğenirse, “karı-koca hayatı” gerçekleşiyordu.
Saraya yeni alınan esir kız “acemi” olarak anılıyor, eğitiminin ilk aşamasında adı değiştiriliyor, Müslümanlık telkin ediliyor, İslam/Türk adabı, Müslümanca temizlik, Kur’an okuma ve anlama, ibadet, fıkıh, tefsir gibi ilimler öğretiliyor, dini ve dünyevi bilgilerle donatılıyordu.
Her birinin oya, dikiş, nakış bilmesi ve mutlaka bir enstrüman çalması gerekiyordu.
Ancak bunları öğrendikten sonra “acemi”likten “cariye”liğe yükselebiliyordu.
Ardından “kalfa”lık ve “usta”lık geliyordu.
Cariyeler, iki geniş odada yan yana yatarlar, her beş kızın arasında yaşlı bir kadın yer alırdı. Gedikli doğrudan doğruya padişah hizmetine verilir, onun haremde yemek, çamaşır ve benzeri hizmetlerine bakardı.
Padişaha “eş” olarak seçilen kız “ikbal” veya “haseki” adıyla anılıyordu. Bunlardan padişahın gözdesi olan haseki, padişahın “kadınefendi”si oluyordu. Kadınefendiler, “başkadın”, “ikinci kadın” diye sıralanıyordu. Padişahın zevcesi sayılan kadına bir daire ayrılıyor ve yüksek gündelik ödeniyordu.
Sarayda Valide Sultanların padişahlardan bile fazla tahsisatları vardı. Ancak tahsisatlarını salt kendilerine harcamaz, o parayla yetimhaneler, hastaneler, imaretler, hanlar, hamamlar, mescitler inşa etmeye sarfederlerdi.
Böylece milletten aldıklarını gene millete verirlerdi. İşte bu yüzden, eski dinleri ve milliyetleri ne olursa olsun, akıbet Müslüman olup Türkleşmiş padişah eşleri ve anaları daima hayırla yâd edilmelidirler. Onları “Türk neslini bozan yabancılar” diye tanımlamaya kalkışmak bühtandır!
Orhan Gazi’nin eşi, Kosova Şehidi Sultan I. Murad’ın ve Rumeli Fatihi Süleyman Paşa’nın annesi Nilüfer Hatun’u nasıl “yabancı”layabiliriz?
Gerçi asıl adı Holofira’dır ve Yarhisar Tekfuru’nun (Tekfur: Bizans askeri valisi) kızıdır. Ama Osmanlı halkı onu “anne” bilmiştir. Bunun sebebi de Bursa ve çevresinde yaptırdığı hayır eserleridir. Nice camiin, köprünün, imaretin, çeşmenin banisidir.
Bu yaklaşımıyla o kadar sevilmiştir ki, adı Bursa içinde caddelere, sokaklara, bulvarlara verildikten başka, bir ilçeye bile verilmiştir: Nilüfer İlçesi, günümüze gelen gelmeyen nice hayır eseriyle birlikte, onun adını yaşatmaktadır.
Sultan I. Murad’ın eşi ve Yıldırım Bayezid’in annesi Gülçiçek Hatun’u eski milliyeti Bulgar, eski adı “Marya” diye nasıl dışlayabiliriz:
Bulgar asıllı “Marya”, Gülçiçek Hatun olduktan sonra, topluma “analık” yapmış, o da pek çok hayır eserine imza atmıştır. Düşünün ki, bütün Osmanlı tarihinde kendi adına türbe yapılan ilk padişah annesidir. (İlk kadın ise Ertuğrul Gazi’nin annesi Hayme Ana’dır).
Kanuni Sultan Süleyman’ın annesi Polonyalı “Helga” iken Müslüman olup “Hafsa Sultan” adını almıştır. Hayat boyu “Müslümanca” yaşamış, sayısız hayır eseri vücuda getirmiştir.
Oğlu Şehzade Süleyman’ın (geleceğin Kanuni Sultan Süleyman’ı) Sancakbeyliği sırasında Manisa’da bulunurken boş durmamış, cami, medrese, imaret, hankâh (büyük tekke, merkez dergâh), darüşşifa (hastane), hamam ve sıbyan mektebinden oluşan bir “külliye” vücuda getirmiştir.
Yaptırdığı eserlerin faaliyetlerine devam edebilmesi için de Urla’daki çiftliklerinin gelirlerini vakfetmiştir. Burada bir de mescid de yaptırmıştır.
Sultan İkinci Selim’in annesi Rus uyruklu “Roza”, ya da Ukraynalı “Roxana” Müslüman olup “Hürrem” adını aldıktan sonra pek çok hayır eseri yaptırmış, hatta bu yüzden maddi sıkıntılara bile düşmüştür…
Seferde bulunan kocası Kanuni’ye, hayır eseri yaptırmak için katlandığı maddi sıkıntıların boyutlarını anlatan mektupları bir hayli ilginçtir.
Oğlunu tahta çıkarmak suretiyle hayatını kurtarmaya çalışan bir annenin çırpınışlarına “canavarlık” damgası vuran, erkek elinden çıkma tarih kitaplarımızın, Hürrem Sultan’ı neredeyse “cadı” ilân etmelerine ve ortaçağ engizisyonu tavrıyla âdeta yakmalarına şaşmamak gerekir.
Ve ötekiler. Osmanlı tarihinin kadın sultanları: Valide Sultanlar. Hepsi.
Onların Müslümanlığını sorgulamak, hiç kimsenin hakkı ve haddi değildir.
Birçoğu o kadar “iyi Müslüman”dır ki, dindaşlarının yararlanması içi cami, mescit, çeşme, han, hamam, hastane, imaret gibi sayısız hayır eserleri vücuda getirmişlerdir. Kimsesiz çocukların barınıp beslenmesi için kurumlar yaptırmışlardır. Bunların çoğu küçük yaşta esir alınıp İstanbul’a getirilmiş olan küçük yaşta kızların arasından seçilmiştir.
Böyle bir sistem vardı: Savaşta esir alınan kızların arasından en zeki ve güzel olanlar saraya ayrılır, aynı zamanda bir “yetiştirme yurdu” gibi çalışan haremde eğitilir, dinî bilgilerin yanı sıra, dünyevî bilgilerle de donatılır, sözün tam manasıyla padişaha eş ve anne olabilecek seviyeye getirilirlerdi. Tüm mensubiyetlerimizden sıyrılarak soralım: Öz be öz Türklerden kaçı onlar kadar bu millete hizmet etmiştir?
Yavuz Bahadıroğlu
buradan facebook syfamiza gidebilirsiniz
Yorumlar