Uzun yıllar Türkler Avrupa ya neden gitti?
Türkler 140 senelik beraberlikten sonra 1686’da Macaristan’dan çekildi.
Şu anda Macar konuşma dilinde, günlük hayatta 300’den fazla Türkçe kelime kullanılır. Sade başkent Budapeşte’de, ismi Török yani Türk olan bine yakın cadde ve sokak var.
Demek ki Türkler Avrupa’ya emperyalist emellerle gitmedi.
Nitekim bu tanışmadan sonra Mozart gibi usta besteciler zaman zaman mehter müziğinin melodilerini kullanacaklardır. 1669’da XIV. Louis’ye gönderilen elçi Süleyman Ağa’nın ziyareti daha fazla ilgi uyandırmış, bundan sonra düzenlenen maskeli balolarda Türk elbiseleri giyme modası yerleşmiştir. Dönemin ünlü oyun yazarı Molière, “Le Bourgeois Gentilhomme” adlı oyununa Türk töreni eklemiş; 1702’de sahnelenen bu temsilde Türk kıyafetinde oyuncular yer almıştır. André Campra da ‘L’Europe Galante’ adlı opera-balesinde bir perdeyi Türklere ayırmıştır.
Değişik ülkelerden bir kaç izlenim
Türklerle kaynaşan Fransızlar, Türklerin merhameti, iyi yürekliliği, askerlerin kanaatkârlığı etkilemiş, Fransızlar ayrıca Türk yemeklerini sevmişler ve Avrupa’da Türklerin iftiraya uğradıklarını itiraf etmişlerdir.Bu hayranlık bazen o kadar yükselir ki –Keşiş Mişon’un yazılarında açığa çıktığı gibi- tek başına minare bile bir Avrupalı seyyahı mest etmeye yeter: “Hristiyanlık adına onu kıskanırım. Güzel olan yalnızca minaredir.
O ne kusursuz bir tasarımdır.Sarıklı müezzinin belli saatlerde ibadet çağrısını yapabildiği balkonlarla taçlandırılmış ince uzun, beyaz kargıların, yine öyle kusursuz, büyülü mavi bir göğe yükselerek, bizim İngiliz güneşinin iki katı büyüklüğünde ve sıcaklığındaki güneşe öyle bir uzanışı vardır ki güzelliklerini son derece benzersiz kılar ve cazibeleri başka bir ortama nakledilemez ve kelimelerle anlatması zordur.”
Yavuz Sultan Selim Hanın vefatı ile, yerine oğlu Şehzade Süleyman hükümdar oldu. Devlet işlerini kanunlara bağlamakla işe başladı. Avrupa devletleri arasındaki güçsüzlerin ezilmesini önlemek için yollara düştü. 1521’de Macar toprağı olan Belgrad’a ilk seferi yaptı. 1526’da Mohaç ovasında, Macaristan’ı yutmak isteyen Avusturyalılarla yapılan savaşta zafer kazanıldı. Mohaç’ı müteakip Buda şehrine geçildi. Buda yani Budin şehrinin ileri gelenleri, Osmanlıların davranışlarından o kadar memnun oldular ki, Kanuni’yi karşılamak için kilometrelerce yol geldiler ve “Hoş geldiniz” dediler. Kanuni onları ferahlatacak sözler söyledi. Buda ile Peşte şehirleri arasında, genişliği 1000 m olan Tuna nehri akar... Budalılar Peşte’ye geçmekte çok zorlandıklarını söyleyip, kendilerine yardım edilmesini istediler.
Türkiye’nin Macaristan’la ilişkileri çok eski tarihlere dayanıyor çünkü Macaristan toprakları 1526 – 1718 yılları arasında Osmanlı İmparatorluğu’nun hakimiyeti altındaydı. Kanuni Sultan Süleyman’ın sadece iki saat süren Mohaç zaferiyle Osmanlı hakimiyeti altına giren ülke, 1718 yılında imzalanan Pasarofça antlaşması ile Osmanlı’nın elinden çıkmış.
Kanuni, Tuna üzerine, bir haftada güzel bir köprü kurdurdu. Budalılar artık çok rahatlamıştı. Kolayca karşıya geçmeye inanamıyorlardı. Bu arada Avusturya casusları, bazı Budinlileri kandırarak, mahallelerini sokaklarını kundaklayarak yangınlar çıkarttılar. Sultanın yanındaki Sadrazam İbrahim Paşa bizzat nezaret ederek, yangınları kısa sürede söndürttü. Çünkü Osmanlıda bir yerde yangın çıktığında, Sadrazamın olay yerine gitmesi ve söndürme işlerini idare etmesi kanundu. Macarlar bu gelenleri çok sevdiler. Bir gün duydular ki, ertesi gün Müslümanların Kurban Bayramıdır. Çok merak ediyorlardı. Acaba nasıl kutlanacaktı.
Ertesi gün topluca bayram namazını kılanlardan binlerce insan tebrikleşip, yüzlerce hayvan kestiler. Yazık değil mi bu kadar hayvanı kestiler diye Macarlar acıyordu. Sonra sorup öğrendiler ki, bu kurban edilen hayvanların etleri, fakirlere dağıtılıyordu. Ve Macar fakirlerine de veriliyordu. Macar halkı yine şaşırmıştı. Bu gelenler nasıl işgalciydi? Kendi adamlarının yaktıkları evlerinin ateşini Türkler söndürüyordu. Kendi dinlerinin icabı kestikleri kurbanları, Macar fakirlerine de veriyorlardı. Halbuki kendi Derebeyi ve Kontları, fakirlerden aldıkları vergilerle keyif sürerken, fakirlere dönüp bakmıyor, bir lokma vermiyordu. Yerli halk kısa sürede Türklerle kaynaştı. Onların giyim kuşamlarını benimsedi. Dillerini de sevdiler.
Türkiye’nin Macaristan’la ilişkileri çok eski tarihlere dayanıyor çünkü Macaristan toprakları 1526 – 1718 yılları arasında Osmanlı İmparatorluğu’nun hakimiyeti altındaydı. Kanuni Sultan Süleyman’ın sadece iki saat süren Mohaç zaferiyle Osmanlı hakimiyeti altına giren ülke, 1718 yılında imzalanan Pasarofça antlaşması ile Osmanlı’nın elinden çıkmış.
Kanuni, Tuna üzerine, bir haftada güzel bir köprü kurdurdu. Budalılar artık çok rahatlamıştı. Kolayca karşıya geçmeye inanamıyorlardı. Bu arada Avusturya casusları, bazı Budinlileri kandırarak, mahallelerini sokaklarını kundaklayarak yangınlar çıkarttılar. Sultanın yanındaki Sadrazam İbrahim Paşa bizzat nezaret ederek, yangınları kısa sürede söndürttü. Çünkü Osmanlıda bir yerde yangın çıktığında, Sadrazamın olay yerine gitmesi ve söndürme işlerini idare etmesi kanundu. Macarlar bu gelenleri çok sevdiler. Bir gün duydular ki, ertesi gün Müslümanların Kurban Bayramıdır. Çok merak ediyorlardı. Acaba nasıl kutlanacaktı.
Ertesi gün topluca bayram namazını kılanlardan binlerce insan tebrikleşip, yüzlerce hayvan kestiler. Yazık değil mi bu kadar hayvanı kestiler diye Macarlar acıyordu. Sonra sorup öğrendiler ki, bu kurban edilen hayvanların etleri, fakirlere dağıtılıyordu. Ve Macar fakirlerine de veriliyordu. Macar halkı yine şaşırmıştı. Bu gelenler nasıl işgalciydi? Kendi adamlarının yaktıkları evlerinin ateşini Türkler söndürüyordu. Kendi dinlerinin icabı kestikleri kurbanları, Macar fakirlerine de veriyorlardı. Halbuki kendi Derebeyi ve Kontları, fakirlerden aldıkları vergilerle keyif sürerken, fakirlere dönüp bakmıyor, bir lokma vermiyordu. Yerli halk kısa sürede Türklerle kaynaştı. Onların giyim kuşamlarını benimsedi. Dillerini de sevdiler.
Türkler 140 senelik beraberlikten sonra 1686’da Macaristan’dan çekildi.
Şu anda Macar konuşma dilinde, günlük hayatta 300’den fazla Türkçe kelime kullanılır. Sade başkent Budapeşte’de, ismi Török yani Türk olan bine yakın cadde ve sokak var.
Demek ki Türkler Avrupa’ya emperyalist emellerle gitmedi.
On yedinci yüzyıl: Avrupa’da Lâle Devri
Osmanlı elçi heyetinin ziyaretleri Avrupa’da hep büyük alâka uyandırmıştır. Ziyaretlerin yansımaları kültür ve sanatta kendini çabuk gösterir. 1607’de Fransa’ya giden Osmanlı elçi heyetinin Paris’in güneyindeki Fontainebleau’yu ziyareti merakla takip edilmiş ve birkaç yıl sonra oynanan “Balet de Monseigneur le duc de Vendosme” adlı balede Türk kıyafeti giymiş müzisyenler yer almıştır. 1665 yılında Viyana’ya gönderilen ve aralarında Evliya Çelebi’nin de yer aldığı sanılan Kara Mehmed Ağa’nın elçilik heyeti ise, daha çok müzik sahasında tesirli olur. Heyetle birlikte giden mehter takımının Viyana’da yaptığı gösteriler, bu müziğin Avrupa’da tanınmasını sağlamıştır.
Nitekim bu tanışmadan sonra Mozart gibi usta besteciler zaman zaman mehter müziğinin melodilerini kullanacaklardır. 1669’da XIV. Louis’ye gönderilen elçi Süleyman Ağa’nın ziyareti daha fazla ilgi uyandırmış, bundan sonra düzenlenen maskeli balolarda Türk elbiseleri giyme modası yerleşmiştir. Dönemin ünlü oyun yazarı Molière, “Le Bourgeois Gentilhomme” adlı oyununa Türk töreni eklemiş; 1702’de sahnelenen bu temsilde Türk kıyafetinde oyuncular yer almıştır. André Campra da ‘L’Europe Galante’ adlı opera-balesinde bir perdeyi Türklere ayırmıştır.
Osmanlı elçisi Süleyman Ağa aynı zamanda Paris’te kahve içme âdetine örnek olmuş, bu yeni âdet soylular arasında moda olmuştur. Fransa’ya yerleşen Rum ve Ermeniler, Osmanlıların kahve pişirme ve kahvehane adabını Fransızlara öğretir. Pascal adında bir Ermeni’nin de Paris’te ilk kahveci dükkanını açtığı bilinmektedir. Menşei Etiyopya olan kahve önce Yemen’de yayılmış, 15. yy ortalarında Hicaz ve Mısır’a gelmiş, sonra hacılar aracılığıyla Türklere kadar ulaşmıştır. Kahve 17. yüzyıldan itibaren de Avrupa’da kullanılmaya başlanmıştır.
1615 dolaylarında kahvenin Venedik’e ulaştığı ve ilk kahvehanenin 1630’da burada açıldığı söylenir.
1615 dolaylarında kahvenin Venedik’e ulaştığı ve ilk kahvehanenin 1630’da burada açıldığı söylenir.
Avusturya ise Osmanlı ile yaptığı harplerde düşen esirlerinden ‘Türkentrank’, yani Türk içeceği dedikleri bu ‘sıcak siyah su’yu duymuştu. Bu esirler arasından serbest bırakılan askerî tarihçi Graf Luigi Ferdinando Marsigli (1658-1730) ‘Bevanda Asiatica’ adında kurduğu bir şirketle kahve ticaretine girecektir.
Osmanli ve Türkler Avrupa’ya emperyalist emellerle gitmedi. Onlara huzur götürdüler.
http://gercektarihdeposu.blogspot.com Hakikatin Sesi |
Yorumlar