ÖMRÜNDE BİR TEK SÜNNET BİLE KAÇIRMAYAN PADİŞAHIN ÖYKÜSÜ!!!
ÖMRÜNDE BİR TEK SÜNNET BİLE KAÇIRMAYAN PADİŞAHIN ÖYKÜSÜ!!!
''Bu çalışmaları sırasında birgün, ustalardan birinin duvarı gâyet sür’atle örüp yükseltmesi dikkatini çekti. Alâkayla bakınca, şâirin:
“Ehl-i dil birbirini bilmemek insâf değil” ifâdesi vechile, O’nun Hızır (aleyhisselâm) olduğunu anladı.
Hemen yanına varıp O’nu yakaladı ve elini sıkı sıkıya tuttuktan sonra:
“– Her namaz vaktinde bu câmîye uğrayacağına söz vermezsen, şimdi bağırır ve Hızır’ı yakaladığımı cümle âleme îlân ederim!..” dedi''
Sultan Bâyezîd Han, kendi adıyla anılan bu meşhûr câmi-i şerîfin (Beyazıt Camii) inşâatında, sık sık gelip bizzat bedenen de çalışırdı. Bu çalışmaları sırasında birgün, ustalardan birinin duvarı gâyet sür’atle örüp yükseltmesi dikkatini çekti. Alâkayla bakınca, şâirin:
“Ehl-i dil birbirini bilmemek insâf değil” ifâdesi vechile, O’nun Hızır -aleyhisselâm- olduğunu anladı.
Hemen yanına varıp O’nu yakaladı ve elini sıkı sıkıya tuttuktan sonra:
“– Her namaz vaktinde bu câmîye uğrayacağına söz vermezsen, şimdi bağırır ve Hızır’ı yakaladığımı cümle âleme îlân ederim!..” dedi.
Hızır -aleyhisselâm-, özür beyân etti, işlerinin çokluğunu ileri sürerek, böyle bir külfetten afv edilmesini diledi. Fakat Velî Bâyezîd, her namaz vaktinde uğramak iddiâsını, günde bir defâ uğramak şeklinde hafifleştirdiyse de, Hızır -aleyhisselâm-, buna da râzı olmadı. Nihâyet, haftada bir kere uğramak şeklindeki talebini kabul etmesi üzerine Bâyezîd-i Velî, Hızır -aleyhisselâm-’ı serbest bıraktı.
Bu menkıbe dolayısıyladır ki, asırlardan beri Bâyezîd Câmi-i Şerîfi’ne Hızır -aleyhisselâm-’ın haftada bir defâ uğradığına inanılır. Hattâ bu husustaki tevâtüre göre de, Hızır -aleyhisselâm-, her uğrayışında namazını kırmızı kuşaklı minârenin civârında kılarmış.
İbâdete bir cum’a günü açılan câmîde, ilk namazı II. Bâyezîd Han kıldırmıştır. Bu hâdiseyi de Evliyâ Çelebi şöyle anlatır:
“Câmînin yapısı tamam oldukta, bir cum’a günü büyük bir merâsimle ibâdete açıldı. Bâyezîd-i Velî buyurdular ki:
«–Her kim, ömründe ikindi ve yatsı namazlarının ilk sünnetini hiç terketmemiş ise, şu mübârek vakitte o imâm olsun!.»
Deryâ misâli cemâat içinden bir kişi çıkmayınca, Bâyezîd Han mecbûr kalarak:
“–Elhamdülillâh! Savaşta ve barışta biz bu sünnetleri terk etmedik!..” dedi ve kendisi imâm olup namazı kıldırdı.
II. Mehmet ve Gülbahar Hatun’un oğlu;
Oğlu I. Selim lehine tahttan feragât etti;
26 Mayıs 1512'de Dimetoka yakınlarında öldü.
Birinci bölüm özet: Sultân Bayezid-î Velî Han - Gazi
19 Mayıs 1481- 25 Nisan 1512ÖMRÜNDE BİR TEK SÜNNET BİLE KAÇIRMAYAN PADİŞAHIN ÖYKÜSÜ!!!
''Bu çalışmaları sırasında birgün, ustalardan birinin duvarı gâyet sür’atle örüp yükseltmesi dikkatini çekti. Alâkayla bakınca, şâirin:
“Ehl-i dil birbirini bilmemek insâf değil” ifâdesi vechile, O’nun Hızır (aleyhisselâm) olduğunu anladı.
Hemen yanına varıp O’nu yakaladı ve elini sıkı sıkıya tuttuktan sonra:
“– Her namaz vaktinde bu câmîye uğrayacağına söz vermezsen, şimdi bağırır ve Hızır’ı yakaladığımı cümle âleme îlân ederim!..” dedi''
Sultan Bâyezîd Han, kendi adıyla anılan bu meşhûr câmi-i şerîfin (Beyazıt Camii) inşâatında, sık sık gelip bizzat bedenen de çalışırdı. Bu çalışmaları sırasında birgün, ustalardan birinin duvarı gâyet sür’atle örüp yükseltmesi dikkatini çekti. Alâkayla bakınca, şâirin:
“Ehl-i dil birbirini bilmemek insâf değil” ifâdesi vechile, O’nun Hızır -aleyhisselâm- olduğunu anladı.
Hemen yanına varıp O’nu yakaladı ve elini sıkı sıkıya tuttuktan sonra:
“– Her namaz vaktinde bu câmîye uğrayacağına söz vermezsen, şimdi bağırır ve Hızır’ı yakaladığımı cümle âleme îlân ederim!..” dedi.
Hızır -aleyhisselâm-, özür beyân etti, işlerinin çokluğunu ileri sürerek, böyle bir külfetten afv edilmesini diledi. Fakat Velî Bâyezîd, her namaz vaktinde uğramak iddiâsını, günde bir defâ uğramak şeklinde hafifleştirdiyse de, Hızır -aleyhisselâm-, buna da râzı olmadı. Nihâyet, haftada bir kere uğramak şeklindeki talebini kabul etmesi üzerine Bâyezîd-i Velî, Hızır -aleyhisselâm-’ı serbest bıraktı.
Bu menkıbe dolayısıyladır ki, asırlardan beri Bâyezîd Câmi-i Şerîfi’ne Hızır -aleyhisselâm-’ın haftada bir defâ uğradığına inanılır. Hattâ bu husustaki tevâtüre göre de, Hızır -aleyhisselâm-, her uğrayışında namazını kırmızı kuşaklı minârenin civârında kılarmış.
İbâdete bir cum’a günü açılan câmîde, ilk namazı II. Bâyezîd Han kıldırmıştır. Bu hâdiseyi de Evliyâ Çelebi şöyle anlatır:
“Câmînin yapısı tamam oldukta, bir cum’a günü büyük bir merâsimle ibâdete açıldı. Bâyezîd-i Velî buyurdular ki:
«–Her kim, ömründe ikindi ve yatsı namazlarının ilk sünnetini hiç terketmemiş ise, şu mübârek vakitte o imâm olsun!.»
Deryâ misâli cemâat içinden bir kişi çıkmayınca, Bâyezîd Han mecbûr kalarak:
“–Elhamdülillâh! Savaşta ve barışta biz bu sünnetleri terk etmedik!..” dedi ve kendisi imâm olup namazı kıldırdı.
II. Mehmet ve Gülbahar Hatun’un oğlu;
Oğlu I. Selim lehine tahttan feragât etti;
26 Mayıs 1512'de Dimetoka yakınlarında öldü.
Sultân Bayezid-î Velî Han - Gazi
19 Mayıs 1481- 25 Nisan 1512
|
ikinci Bölüm detaylı bilgi : Sultan II. Bâyezîd Han-I Velî (1448-1512)
Sekizinci Osmanlı pâdişâhıdır.
Küçük yaştan itibaren büyük bir ihtimamla yetiştirilmiş,
henüz yedi yaşında iken Hadım Ali Paşa’nın nezâretinde Amasya vâliliğine
tâyin edilmiştir. Böylece üstün bir devlet adamı olarak yetiştirilmesi
sağlanmıştır.
II. Bâyezîd Han, üstün bir devlet adamı olduğu gibi, aynı
zamanda san’atkâr bir mizaç ve şahsiyete de sahipti. Bestekâr, şâir ve hattat
olarak da temâyüz etmiştir.
O, Osmanlı sultanlarının en âlimlerinden biridir. Zîrâ
şehzâdeliğinde, sadece fennî ilimleri tahsîl etmekle iktifâ etmemiş, mânen de
büyük zâtların üstün terbiyeleriyle yetişip olgunlaşmıştır.Ebu’s-Suûd Efendi’nin
babası Muhyiddîn-i İskilibî gibi devrin birçok evliyâsının
teveccühlerini kazanmış, onların tasarruf, himmet ve duâlarını almıştı. Birçok
hayır müessesesi kurarak, asıl tahtını, ahlâk, fazîlet ve adâlet dolu
idâresiyle halkının gönlüne kurmuştu. Bu yüzden kendisine “velî” sıfatı
verilerek “Bâyezîd-i Velî” diye anılagelmiştir.
O’nu bu makâma, yâni zâhirî ve bâtınî sultanlığa yücelten
ihlâs ve takvâsıydı. Nitekim çıktığı seferlerde elbise ve papuçlarına sıçrayan
tozları toplattırırdı. Bunların vefâtından sonra yanaklarının altına konmasını
vasıyet etmiş, böylece Hazret-i Peygamber -sallâllâhü aleyhi ve sellem-’in
hadîs-i şerîfindeki müjdeye1 nâil olmak istemiştir.
Şiirlerini, “Adlî” mahlası ile yazardı. O’nun
gönül derinliğini ve mârifetullâha olan iştiyâkını ifâde eden şiirlerinden iki beyti şu şekildedir:
Hudâyâ, hudâlık sana
yaraşır,
Nitekim gedâlık bana yaraşır..
Çü sensin penâhı, cihân halkının,
Kamûdan sana
ilticâ yaraşır…”
“Ey Allâh’ım, sana
ilâhlık lâyık olduğu gibi, bana da (senin yolunda ve huzûrunda) kölelik
lâyıktır.”
“Zîrâ bütün cihan halkının sığınağı olan (Mevlâ)
sensin.. (Bu sebeple) bütün yaratılmışlara, ancak sana sığınmak yaraşır.”
Bâyezîd-i Velî, 1481 yılında pâdişâh olduktan sonra,
saltanatının ilk 14 yılını kardeşi Cem Sultan ile uğraşmakla geçirdi. Bu durum
da, hıristiyanlık âlemine karşı belli ölçüde âtıl davranmasını îcâb ettirdi.
Cem Sultan, Bâyezîd Han’a:
“–Ülkemizi ikiye bölelim, yarısında sen hükümdar ol,
yarısında ben olayım!.” diye teklif etti.
Bâyezîd-i Velî ise:
“–Kardeşim, vatan ümmetin malıdır. Devlet gücünü kaybeder.
Neticede güçsüz beyliklere döneriz. Bu büyük bir vebâl olur. Gövdem ikiye
bölünür, ümmet toprağı bölünmez!.” diyerek bu teklifi reddetti.
Sırf bu tavır bile, Bâyezîd-i Velî’nin dirâyeti, ileri
görüşlülüğü kadar, O’nun ne derece İslâm dâvâsının istikbâli endişeleriyle dolu
idealist bir şahsiyet olduğunu göstermektedir.
Yaptığı teklîfe red cevabı alan Cem Sultan, -birçok büyük
meziyetlerine rağmen- idârî mes’elelerdeki dirâyetsizliği sebebiyle ağabeyi II.
Bâyezîd Han ile neticesiz kalan uzun mücâdelelere girişti. Ağabeyinin hikmet
dolu nasîhatlerine ve mâkûl teklîflerine râzı olmadı. Bunu sitemkâr bir şiirle
de ona bildirdi:
Sen bister-i gülde yatasın şevk ile handân;
Ben kül döşenem külhân-ı mihnette, sebeb ne?..
“Sen, gül gibi döşeklerde huzur içinde sürûr ve şevk ile
yatarken, benim sıkıntı külhanında yanarak kül döşenmemin sebebi nedir?”
Kâmil ve muttakî bir kimse olan II. Bâyezîd de, kardeşinin
ihtiras dolu bu suâline, ona ilâhî takdîri hatırlatıcı ve yanlış hareketten
îkâz edici manzum bir mukâbelede bulundu:
Çün rûz-ı ezel kısmet olunmuş bize devlet,
Takdîre rızâ vermeyesün böyle sebeb ne?.
Hâccü’l-Harameyn’im deyüben dâvâ kılursun;
Yâ saltanat-ı dünyevîye bunca taleb ne?..
“Ey kardeşim! Devlet, bize ezelde nasîb kılınmışken senin
takdîre rızâ göstermemenin sebebi nedir? Sen iki mübârek belde olan Mekke-i
Mükerreme ve Medîne-i Münevvere’nin hacısıyım diye iftihâr ediyorsun, fakat şu
dünyâ saltanatına olan ihtirasın nedir?..”
Bundan sonra Cem Sultan, şövalyelerin üstâd-ı âzamı Pierre d’Aubusson’un
nâzik bir dille dâvetine aldanarak Rodos’a gitti. Karşılıklı imzâlanan
anlaşmaya göre Cem, istediği zaman adadan ayrılabilecekti. Lâkin Rodos
şövalyeleri, sözlerinde durmadılar ve O’na bir nevî esir muâmelesi yaptılar.
Cem Sultan’ın bu suretle Rodos şövalyelerine sığınması,
kendisinin ve ümmetin bağrına saplanan bir hançer gibi büyük bir hatâ ve tâlihsizlik
oldu. Batı fütûhâtına engel teşkil etti. Hattâ, Roma’nın fethine zemin
hazırlayacak olan Otranto Kalesi elden çıktı.
Cem Sultan’ı nazikçe elde eden şövalyeler, bir müddet sonra onu köle
satar gibi belli bir meblağ karşılığında Papalığa devrettiler. Papalık da,
Cem’i haçlı seferlerinde kullanmak hevesine kapıldı. Bâyezîd Han ise, bu
takdirde hıristiyanlarla mücâdeleye girişeceği tehdidi ile tehlikeyi güç belâ
atlatabildi. Bu uğurda, Papalığa devlet hazînesinden yüklü paralar ödemek
mecbûriyetinde kaldı.
Bu durumda, Cem’i kullanmak sureti ile Osmanlılar’a karşı
bir haçlı seferi açamayacağını anlayan Papa İnnocent-VIII, O’na hıristiyanlık
teklifinde bulundu.
Bu teklif, Cem Sultan’a çok ağır geldi. Mahzûn oldu.
Papa’ya:
“–Değil Osmanlı saltanatını, bütün dünyâyı verseniz dînimi
değiştirmem!..” dedi.
Zîrâ ne olursa olsun Cem Sultan, dînini her şeyin üzerinde
tutmaktaydı. Allâh ve Rasûlü’ne olan muhabbeti sonsuzdu. Onun hac ibâdetini
yaptıktan sonra yazdığı şu beyti, bu hakîkati açıkça ifâde eder:
Kâbetullâh’a varup bir kez tavâf eylediğin,
Bin Karaman, Bin Acem, bin memleket-i Osmân’dur..
“Ey gönül! (Sultan olamadım diye üzülme!) Senin Allâh’ın
beyti olan Kâbe’ye varıp bir kez tavâf etmen, bin Karaman, bin Acem ve bin
Osmanlı memleketine bedeldir…”
Diğer yandan haçlılar tarafından İslâmiyet aleyhine
kullanılmak istendiğini anladığı zaman Cem Sultan’ın Cenâb-ı Hakk’a yaptığı
niyâz, ondaki dînî kemâli göstermeye kâfîdir. O, İslâmiyet aleyhinde kullanılma
ihtimâlinden bile tir tir titriyor ve Rabbine şöyle yalvarıyordu:
“Yâ Rabb! Kâfirler eğer
müslümanlığa zarar vermek için beni âlet etmek istiyorlarsa, bu kulunu daha
fazla yaşatma! Rûhumu bir an önce dergâh-ı izzetine al!..”
Onun bu duâsı müstecâb oldu ki otuzaltı yaşında Napoli’de
vefât etti. Vefât ederken yanındakilere şu vasıyeti yaptı:
“Benim ölüm haberimi mutlak bir surette her tarafa duyurun!
Bunu mutlakâ yapın ki, kâfirlerin müslümanlar üzerinde benim vesîlemle
oynamak istedikleri oyunlar nihâyet bulsun! Bundan sonra ağabeyim Sultan
Bâyezîd’e varın. Ricâ eyleyin ki, ne kadar zor olursa olsun benim cesedimi
vatana aldırsın.. Kâfir bir memlekette gömülmeyi istemiyorum. Şimdiye kadar ne
oldu ise oldu. Sakın bu ricâmı reddetmesin!. Lutfedip bütün borçlarımı ödesin..
Borçlu olarak huzûr-i ilâhî’ye gitmek istemiyorum. Âilemi, çocuklarımı ve bana
hizmet edenleri afvetsin. Hallerine göre memnûn etsin..”
Ağabeyi Bâyezîd Han da bu vasıyeti yerine getirdi.
Cem’in vefâtından sonra Sultan Bâyezîd Han, hâricî
siyâsetini daha hür bir zemine oturtmak imkânına kavuştu. Ayrıca, ülke
içerisinde de büyük bir îmâr hamlesine girişti. İstanbul’un yedi tepesinden
biri üzerine oturtulan o muhteşem Bâyezîd Câmii’ni, mîmâr Kemâleddîn’e
inşâ ettirdi. Bu câmînin temeli, 1501 senesinde atılmış, külliyesi ile beraber
beş senede tamamlanmıştır.
Evliyâ Çelebi, Seyâhat-nâme’sinde Bâyezîd Câmîi hakkında pek
çok mâlumat kaydeder. Şöyle ki:
“Mîmârbaşı, kıble husûsunda tereddüd edince, Sultan Bâyezîd
Han:
«–Şu anda ayağıma bas!.» der.
Mîmârbaşı, ayağını basınca, Kâbe-i Muazzama’yı
karşısında görür. Sultan Bâyezîd-i Velî’nin ayaklarına kapanır. Böylece
kıblenin istikâmetini belirlemiş olur.”
Câmî-i şerîf’in inşâsı sırasında yaşanan başka bir tablo:
Câmî-i şerîfin inşâatında çalışan usta ve işçilerin
gündeliklerinin kaçar akçe olduğu tesbit edilmişti. Bunlar hergün küplere
konarak bir köşeye bırakılır, herkes de küpten kendi payına düşeni alırdı.
Ancak hergün küpteki akçelerde bir yevmiyelik fazlalık çıkmaktaydı. Bunun
üzerine kimin kendi payını alıp almadığı araştırıldı ve nihâyet gâyet fakir bir
işçinin bu işi yaptığı öğrenildi. Meğer adamcağız akşam olunca bir yolunu bulup
akçesini almadan inşâattan ayrılıyormuş. Kendisine bunu niçin yaptığını
sordular.
Fakîr işçi, sırrının ortaya çıkmasından mahcup bir şekilde:
“–Benim malım-mülküm yok! Bu sebeple şu fânî dünyâda murâd
ettiğim gibi maddî bir hayır yapamadığım için dâimâ mahzûnum. Hiç olmazsa bu
câmînin inşâatında para almadan çalışayım da gönlümü ferâhlatıcı bir hayır
işlemiş olayım diye düşündüm…” dedi.
Bu gönlü zengin fakire dediler ki:
“–Efendi burası pâdişâh hayrâtıdır. Bunun için çalıştığını
alacaksın. Sen burada bedenen çalış, fakat hakkını da al ve dilediğin yere
ver!..”
Sultan Bâyezîd Han, kendi adıyla anılan bu meşhûr câmi-i
şerîfin inşâatında, sık sık gelip bizzat bedenen de çalışırdı. Bu çalışmaları
sırasında birgün, ustalardan birinin duvarı gâyet sür’atle örüp yükseltmesi
dikkatini çekti. Alâkayla bakınca, şâirin:
“Ehl-i dil birbirini bilmemek insâf değil” ifâdesi
vechile, O’nun Hızır -aleyhisselâm- olduğunu anladı.
Hemen yanına varıp O’nu yakaladı ve elini sıkı sıkıya
tuttuktan sonra:
“–Her namaz vaktinde bu câmîye uğrayacağına söz vermezsen,
şimdi bağırır ve Hızır’ı yakaladığımı cümle âleme îlân ederim!..” dedi.
Hızır -aleyhisselâm-, özür beyân etti, işlerinin çokluğunu
ileri sürerek, böyle bir külfetten afv edilmesini diledi. Fakat Velî Bâyezîd,
her namaz vaktinde uğramak iddiâsını, günde bir defa uğramak şeklinde
hafifleştirdiyse de, Hızır -aleyhisselâm-, buna da râzı olmadı. Nihâyet,
haftada bir kere uğramak şeklindeki talebini kabul etmesi üzerine Bâyezîd-i
Velî, Hızır -aleyhisselâm-’ı serbest bıraktı.
Bu menkıbe dolayısıyladır ki, asırlardan beri Bâyezîd Câmi-i
Şerîfi’ne Hızır -aleyhisselâm-’ın haftada bir defa uğradığına inanılır. Hattâ
bu husustaki tevâtüre göre de, Hızır -aleyhisselâm-, her uğrayışında namazını
kırmızı kuşaklı minârenin civârında kılarmış.
İbâdete bir cum’a günü açılan câmîde, ilk namazı II. Bâyezîd
Han kıldırmıştır. Bu hâdiseyi de Evliyâ Çelebi şöyle anlatır:
“Câmînin yapısı tamam oldukta, bir cum’a günü büyük bir
merâsimle ibâdete açıldı. Bâyezîd-i Velî buyurdular ki:
«–Her kim, ömründe ikindi ve yatsı namazlarının ilk
sünnetini hiç terketmemiş ise, şu mübârek vakitte o imâm olsun!.»
Deryâ misâli cemâat içinden bir kişi çıkmayınca, Bâyezîd Han
mecbûr kalarak:
“–Elhamdülillâh! Savaşta ve barışta biz bu sünnetleri terk
etmedik!..” dedi ve kendisi imâm olup namazı kıldırdı.
Böylece II. Bâyezîd Han, bu târihî zühd ve takvâ sahnesini
mecbûren sergilemiş oldu.
Bâyezîd-i Velî’nin böyle halk arasında yaygın menkıbeleri
çoktur. Onlardan birini daha arzedelim:
Bâyezîd-i Velî’nin genç kerîmelerinden biri, Şeyh
Ebu’l-Vefâ Hazretleri’ne mensubdu. Sık sık O’nun ziyâretine giderdi. Bu
keyfiyet, dedikoduyu mûcib olmuş bulunmalıdır ki, Bâyezîd-i Velî, kızını îkâz
ile şeyhini ziyârete gitmekten menetti. Sultan Efendi (Babadan hânedâna mensub
hanımlar, bu suretle anılırlar), babasından son bir ziyâret için müsâade
kopardı. Duruma hâl lisanı ile vâkıf olan Şeyh Ebu’l-Vefâ Hazretleri,
kendisine, babasına verilmek üzere bir hediye takdîm etti. Bu bir enfiye
kutusuydu. Velî Bâyezîd, enfiye tiryâkisi olduğundan Şeyh Ebu’l-Vefâ
Hazretleri, kerîmesi ile Velî Bâyezîd’e tercîhan bu hediyyeyi göndermişti.
Bâyezîd-i Velî, şeyhin selâm ve duâlarıyla takdîm edilen bu
kutuyu açtığında hayrette kaldı! Zîrâ, bu kutuda enfiye yoktu. Bir tutam pamuk
üzerine konulmuş kor hâlinde bir ateş parçası vardı. Şeyh Ebu’l-Vefâ
Hazretleri, Sultan Bâyezîd’in ciddiye aldığı dedikodulara bu suretle cevap
vermiş oluyordu. Ve bunun, dünyevî muhabbetten değil, ilâhî muhabbetten bir
pırıltı olduğunu göstermek istiyordu.
Şu hâdise sebebiyledir ki, Bâyezîd-i Velî, Şeyh Ebu’l-Vefâ
Hazretleri’ni ziyâret arzusuna kapıldı. Babası Fâtih’te olduğu gibi müteaddid
talebi kabul görmeyince, sultanlık damarı kabarmış olmalı ki, birgün âniden,
sessiz ve sadâsız bir şekilde erkânı ile tekkenin yolunu tuttu. Kalabalık saray
arabalarıyla tekkeye yaklaştıkları sırada, dervişler, koşuşarak bu ziyâretten
Şeyh Ebu’l-Vefâ Hazretleri’ni haberdar ettiler. O:
“–Olamaz!. Böyle bir şey mümkün değildir!.” dediği halde
dervişler:
“–İşte geldi!. Geliyor!..” diye yaklaşan pâdişâhtan ısrarla
haber verince, Şeyh Ebu’l-Vefâ Hazretleri, sedirde kıbleye müteveccihen uzandı
ve kelime-i şehâdet getirdi…
Sultan, Şeyh Ebu’l-Vefâ Hazretleri’nin bulunduğu mekâna
girdiğinde, O, rûhunu çoktan teslîm etmişti. Çünkü daha önce de;
“–Bu dünyâda görüşmemiz mukadder değildir!” diyerek,
vâkî olan Sultan’ın görüşme taleblerini geri çevirmiş bulunuyordu.
II. Bâyezîd’in Edebali’si olan kıymetli devlet
adamlarından Hacı Mesih Paşa, zaman zaman Hünkâr’a karşı sert îkâzlarda
bulunurdu. Vezirlerin yaptığı gayr-i İslâmî hâlleri pâdişâha anlatır, bu gibi
hatâların ıslâhının bir mecbûriyet olduğunu, aksi halde ferdî takvâsının,
kendisini cehennem azâbından kurtarmaya kâfî gelmeyeceğini öğütlerdi.
II. Bâyezîd Han da, bu nasîhatleri can kulağıyla dinlerdi.
Bir dîvân toplantısında üzerindeki ağır mes’ûliyetin idrâkiyle vezirlerini
şöyle îkâz etmişti:
“–Paşalar! Elimin altında bulunan ahâlînin bütün hallerinin
yarın kıyâmet gününde benden sorulacağı muhakkaktır. İşitiyorum ki benim
kapımda birtakım gayr-i İslâmî usûller îcâd etmişsiniz! Bilir misiniz ki
böyle yapmakla bana âhırette yatacak yer komuyorsunuz! Rûz-i mahşerde ben nasıl
hesap vereceğim? Âgâh olun ve sakın ola rızâ-yı ilâhîye mugâyir bir fiilde
bulunmayın!..”
II. Bâyezîd-i Velî’nin, vakfiyye, külliye, şifâhâne ve
hayrât hizmetlerinin yanında İslâmî ilimlere ve kültüre verdiği ehemmiyet de
çok büyüktür. O’nun devri, Osmanlı kültür ve medeniyetinin temellerinin
atıldığı bir zamandır. Meşhur İtalyan mîmâr ve ressam Leonardo de Vinci, II.
Bâyezîd’e mektup yazıp İstanbul’daki câmî ve diğer eserlerin plân ve
projelerini bizzat yapmayı teklif edince, bu mektub Kubbealtı vezirleri
arasında sevinç uyandırmıştı. Derin ve ince bir tasavvufî anlayışa sahip olan
II. Bâyezîd Han ise, bu teklifi reddederek şöyle dedi:
“–Şâyet bunu kabul edersek, ülkemizde üslûb ve rûh
itibarıyle kilise mîmârîsinin mukallidi bir mîmârî hâkim olur, kendi İslâmî
mîmârîmiz inkişâf edemez ve şahsiyet kazanamaz!.”
İşte bu görüş, akıllı, firâsetli ve gönül ehli bir
müslümanın ufkunu ifâde eder. Zîrâ, II. Bâyezîd’in ardından İslâm toprakları
nasıl yirmidörtmilyon kilometrekareye ulaştıysa, aynı şekilde İslâm san’atı da
zirveye tırmanmıştır. Bu anlayış sayesinde İslâm’ın rûhu, hendeseye
nakşedilmiş, değerini kıyâmete kadar koruyabilecek Süleymaniye ve
benzeri âbideler silsilesi vücûd bulmuştur.
Târihte; ilmi, tâkvâsı, merhameti, vakarı ve hilmi ile
meşhûr olan Bâyezîd-i Velî, ulemâ ve evliyâya çok hürmet gösterirdi. O’nun bu
istikâmette kullandığı husûsî bir bütçesi vardı. Bununla ilim ve irfân erbâbını
eser vermeye teşvîk ederdi. Sultan’ın bu himâyesi, İstanbul’u bir ulemâ meşheri
hâline getirdi.
Sultan Fâtih devrinde başlamış olan ilmî çalışmalar,
Bâyezîd-i Velî’nin ince anlayış ve zekâsı ile inkişâf etmiş, diğer İslâm
memleketlerindeki âlim ve âriflerle de alâkadar olunmuştu.
Herat’ta bulunan Molla Câmî Hazretleri ile
Buhâra’daki Nakşibendî dergâhının şeyhi ve müridlerine şahsî
mülkünden maaş bağlamıştır.
Hâce Ubeydullâh Ahrâr Hazretleri’nin oğlu Hâce
Abdülhâdî’yi İstanbul’a dâvet etmiş ve çok ikrâmda bulunmuştur.
Şeyhülislâm Kemâl Paşazâde, Sultan Bâyezîd Han’ın zâhirî ve
bâtınî büyüklüğünü ifâde ederken:
“Adâlet ve insâfın koruyucusu idi. Dâhiyâne siyâseti
neticesinde memleket mâmûr bir hâle gelmişti. Âşikâr kerâmetleri zuhûr etmişti.
Vakarlı hâl ve davranışları ile düşmanları hor ve hakîr olmuştu.” demektedir.
II. Bâyezîd, Osmanlı sultanlarının en büyüklerinden
biri olduğu halde, değeri lâyıkı ile takdîr edilememiş bir şahsiyettir!.
Bunun sebebi, -yukarıda îzâh edildiği üzere- kardeşi “Cem
Sultan”a karşı, O’nun hazin âkıbeti dolayısıyla duyulan umûmî bir acıma
hissidir!
Bir diğer sebep de, babası Fâtih Sultan Mehmed Han gibi
uzun asırlar boyunca nâdiren zuhûr eden devâsâ bir şahsiyetten sonra hükümdar
olmasıdır… O’ndan, babasının açtığı fütûhât yolunda yürüyerek “Batı Roma”nın
başlanmış olan fethini ikmâl etmesi bekleniyordu. Ancak, başta “Sultan Cem”
vak’ası olmak üzere, alevî menşe’li “Şahkulu” isyânı gibi vak’alar, bu umûmî
arzuyu gerçekleştirmesine imkân bırakmamıştır. Böyle olmasaydı, O’nun da babası
Fâtih Sultan Mehmed Han ve oğlu Yavuz Sultan Selîm Han gibi fütûhâtçı olacağı
muhakkaktı. Nitekim bütün bu gayr-i müsâid şartlara rağmen, O’nun zamanında
parlak zaferler de kazanılmıştır. Bunlardan biri olan “Abdina”
(Kırbova) zaferi, dâsitânî bir muzafferiyettir.
Değerli bir akıncı kumandanı olan şâir Yakup Paşa, Sultan’ın
emriyle İstirya içlerine akınlar yapmış geri dönüyordu. Ellerinde birçok
ganîmet ve esir bulunmaktaydı. Akıncılar, Kırbova önlerine geldiklerinde büyük
bir düşman ordusu ile karşılaştılar. Askerlerinin yorgunluk ve azlıklarına
rağmen Yakup Paşa, harbe mecbûr kalarak kendilerinden sayıca kat kat üstün
düşman ordusuyla âdetâ bir meydan muhârebesi yaptı ve Allâh’ın yardımıyla
şiddetli bir taarruz neticesinde düşmanı tamamen perîşân etti. O gün sekiz bin
seçme akıncıyla yaklaşık altı bin düşman askeri öldürülmüş, yirmibeşbin kadarı
da esir alınmıştır.
Akıncıların bu zaferi, târihte ender rastlanan
hâdiselerdendir. Zîrâ yaptığı akınlarla yorulmuş olan, aynı zamanda elinde
birçok ganîmet ve esir bulunan küçük bir kuvvetin, kendisiyle kıyas
edilemeyecek çapta bir ordu ile muhârebeyi göze alması, kimsenin hayâl bile
edemeyeceği kadar yüce, maddî ve mânevî bir yiğitliktir. Bu zaferde büyük payı
olan akıncı kumandanı şâir Yakup Paşa, muhârebenin neticesini sultana şu şiirle
bildirmiştir:
Buluştuk düşmanla çün Kırbovâ’da;
Nidâ erişti kim «Kır bû ovâ’da!»
Hakk’ın emriyle itdim bir gazâ kim;
Murâd Han itdi ancak Kôsovâ’da..
Aceb mi bu zafer, çün gayb erenler;
Muâvindir bize arz u semâda..
Kılam ednâ kulumu voyvoda ben,
Hudâ fırsat virirse Belgrâd’a.
Benüm Bosna Beyi Dervîş Ya’kûb;
Hudâ avniyle irdüm bu cihâda.
Makâm ide bana cennet-i Adn’i;
Umarım ol Gânî dâru’l-bekâda..
Bu şiir, o şanlı Osmanlı akıncısının gönül dünyâsını ne
güzel aksettirmektedir. Burada Yakup Paşa, paşalıktan ziyâde dervişlik ve Allâh’a
kulluğuyla müftehirdir. Bu da, o dönem Osmanlı askerlerinin sahip bulunduğu
fütûhât aşkı, gazâ ve cihâd rûhunu besleyen asıl kökün mâneviyat ve
mârifetullâh olduğunu gösterir.
II. Bâyezîd Han devrinde Endülüs müslümanlarına
elden gelen yardımın yapılmasından da geri kalınmamıştır. O târihte, henüz
bütün Avrupa donanmalarıyla başedebilecek dirâyette bir donanmamız olmadığı
halde, yüzbinlerce müslüman, hıristiyanların fecî katliamlarından kurtarılarak,
Afrika’ya taşınmış, İspanya sâhilleri şiddetli bombardımanla devamlı tâciz
edilerek, Endülüs’ün kaybı felâketine karşı misilleme yapılmıştır.
Çok daha önceden birbirleriyle nefsânî sebepler yüzünden
boğuşarak beylikler hâline gelmiş ve aralarındaki kardeş kavgasında defâatle
-maalesef- hıristiyanları yardıma çağırmış olan Endülüs müslümanlarına,
yapılabilecek başka bir yardım düşünülemezdi. Çünkü onlar, Kur’ân rûhuna zıd
olarak bölünüp parçalanmış ve birbirlerine karşı hıristiyanları dost edinmenin
hazin bir neticesine dûçâr olmuşlardı. Aşağıdaki hâdise ne kadar ibretlidir:
Son Gırnata hükümdarı olan Ebû Abdullâh,
düşmanlara teslîm ettiği memleketinden annesiyle birlikte uzaklaşırken Padul
tepesinde durarak son kez Gırnata’ya bakmış, alevler içinde yanan bu inci gibi
İslâm yurdunu ve İslâm san’atının hârikası olan el-Hamrâ sarayını seyrederken
gayr-i ihtiyârı iç çekerek hıçkırıklarla ağlamaya başlamıştı. Onun bu hâli
üzerine annesi de, çatık kaşlarla şu târihî cevabı vermişti:
“–Ağla ey gâfil, ağla! Erkekler gibi muhâfaza edemediğin şu
mübârek yurdun için şimdi kadınlar gibi ağla!..”
Şu hâdise münâsebetiyle bu târihten sonra o tepe «Arab’ın
son âhı» ya da «Arab’ın âh tepesi» mânâsında bir isimle yâd
edilir olmuştur.
Bugüne kadar Osmanlı’yı, Endülüs müslümanlarının felâketine
karşı seyirci kalmakla itham edenler, ya bu târihî gerçekleri lâyıkıyla takdîr
edemeyenler, ya da kasıtlı olan kimselerdir. Çünkü karadan Almanya ve Fransa’yı
aşarak İspanya’ya ulaşılamayacağı gibi, denizden de koca İspanya kıt’asına
karşı, ancak düşmanı tâciz hareketleri yapılabilirdi ki, Osmanlı bunu
yapmıştır.
Cem vak’ası dolayısıyla hıristiyanlık âlemini tahrîk
etmemeye a’zamî bir surette dikkat göstermeye mecbûr kalan Sultan II. Bâyezîd
Han’ın 31 yıllık saltanat devresinde; “Şahkulu”isyanının bastırılması,
büyük deniz savaşlarından “Sapienza” zaferi, İnebahtı’nın fethi,Koron,
Modan ve Navarin kalelerinin alınması gibi zaferlerin de
kazanıldığı dikkate alınırsa, O’nun devrinin sanıldığı gibi askerî bakımdan da
pek sönük geçmemiş olduğu anlaşılır.
İslâm Vahdetini Te’sîs Eden Eşsiz ve Çilekeş