YILDIRIM BEYAZİD HAN “İŞTE HAK, İŞTE SALÂHİYET!
Padişahın devlet sayıldığı günlerdeyiz: Yıl 1393…
Başkent Bursa. Osmanlı tahtında Niğbolu kartalı Yıldırım Bayezid
oturuyor…
Sefer dönüşü bir solukluk uğradığı yerde “Ayak Divanı” (padişahın
doğrudan halkın şikayetlerini dinlemesi) kurdurup halkın dertlerini
dinlerken, yaşlı bir kadın bağıra bağıra padişahı azarlamaya
başlıyor:
“Padişahım! Yularını gevşek tuttuğun hademelerinden biri, destur
dilemeden sütümü içti. Bedelini talep ettiğimde bağırıp çağırdı.
İmam efendinin himmeti, ahalinin gayretiyle herifi yakalayıp kadı
efendiye götürdüm. Lâkin senin kadı, herifin lehine hükmetti.
Mağdur oldum. Hakkımı isterim.“
Hademe aranıp bulunuyor. Getirilip padişahın huzuruna çıkarılıyor.
Padişah bizzat sorguluyor: “Böyle iken böyle yaptın mı?” Adam
boynunu bükmüş, yalvarıyor: “Affediniz Hünkârım, şeytana uydum.“
Suç sabit. Hademe cezalandırılacak ve konu kapanacak. Hayır!
Padişahın aklı bu işin içindeki işte:
“Acaba şahitli-ispatlı bir suçu, kadı efendi neden cezalandırmamış?
Yoksa bazı kadıların rüşvet yediği söylentisi doğru mu?“
Hademeye sual:
“Kadıya rüşvet vererek mi serbest kaldın?” Genç hademenin boynu
bükük, elleri önüne bağlı: “Şevketlüm, billahi rüşvet vermedim,
sadece senin maiyetinde bulunduğumu söyledim. O da kabahatimi
bağışladı.“
Yıldırım Bayezid yıldırım gibi gürlüyor: “Kul hakkını Mevlâ bile bağışlamazken, kadılar bu salâhiyeti nereden alır? Tiz o kadıbulunup huzurumuza getirile!“
Başını ellerinin arasına alıp mırıldanıyor:
“Eyvah ki, eyvah! Mülke kıran girmiş de haberimiz
yok.“
Hâkimlerin bozulması adalet terazinin bozulması demekti; adalet
terazisinin bozulması ise mülkün zevaline işaretti. En şiddetli
tedbirleri alacak, devr-i saltanatında mülkün zeval bulmasına izin
vermeyecekti. Bostancıbaşıyı çağırıyor:
“Tiz adamlarını topla. Ev ev bütün şehri dolaş. Kadılardan ve
mahkemelerden şikayetçi olanları tek tek tespit et. Sonra da gel
bana bildir. Bildir ki, bozuk mizaçların kârını itmam idub adaleti
tekrar mülkün esası yapalum.“
Padişah buyruğunu alan bostancıbaşı birkaç gün içinde tahkikatını
tamamlayıp padişahın huzuruna çıkar. Hazırladığı listeyi sunar.
Padişah anlar ki, mahkemelerden ve kadılardan yana yoğun
şikayetler var. Yüreği kavrulur, inim inim inler:
“Biz bitmişiz!“
Ve Başkent Bursa’ya döner dönmez tüm beylere hitaben bir ferman
yazdırır:
“Kalenizde, yahut şehrinizde, yahut karyenizde, şer-i şerife mugayir
hareket ettiği, rüşvet ile hükmettiği şüyu bulmuş (duyulmuş)
kadıların derdest Beyşeheri’ne gönderilmesi fermanımızdır.“
Veziriazam Cendereli (Çandarlı) Ali Paşa, padişaha, kadıların suçu
sabit olması hâlinde ne yapacağını sorunca, yüreğini ürperten bir
cevap alıyor:
“Adaletin bozulması mülkün zevaline işarettir. Mülkümüzün zevalini
hazırlayan kadıları bir eve doldurup evi ateşe vereceğiz! Tâ ki
ümmet bunların şerrinden halâs olsun.”
Hüküm korkunç! Başta Çandarlı olmak üzere bütün vezirler telâşta.
Ama genç padişaha o anda itiraz edip söz dinletmeye imkân yok.
Böyle durumlarda padişaha söz söyleyebilecek tek kişi vardır:
Habeşli maskara. O komik hareketlerle konuyu yumuşatıp padişahı
eğlendirirken bazı doğruları söylemekte ustadır.
Çandarlı Paşa, Habeşliyi bulup derdini anlatır. “O iş kolay,” der
Habeşli, “şimdi hâllederim.” Yol kıyafetini giyip huzura çıkıyor.
Yıldırım Padişah, Habeşli maskarayı yol kıyafetinde karşısında
görünce gülmekten kendini alamıyor. Sonra da soruyor: “Bre
maskara yolculuk mu var?“
-”Beli Hünkârım, gitmek için ruhsat
dilemeye geldim.”
“Nereye?”
“Bizans’a.”
“Ne yapmaya?”
“Bizans’tan Bursa’ya yüz papaz getirmeye gidiyorum, Hünkârım.”
Padişahın kaşları kalkıyor: “Bre köle! Müslüman mülkünde papazın
işi ne?”
“Kadılık edecekler Şevketlüm.”
Padişah işin özünü ve özetini anlar gibi. Fakat bir yandan da
sohbetin ne şekilde gelişeceğini, sonunun nereye varacağını merak
etmekte; tekrar sorar:
“Ya bizde kadılık edecek âdem yok mudur da papaz getiriyor sun?“
“Sayenizde kalmayacak Hünkârım. Kadıları yakacağınıza göre, bari
davalarımıza papazlar baksın da ümmetin işi aksamasın. Malûm,
kadılık ilim işidir: Eh, papazlar da bir nevi âlim sayılır.“
Hünkâr hükmün ağırlığı altında ezilerek gülmeye çalışır.
“Tamam tamam vazgeçtik. Belli ki ifrat etmişiz. Söyle seni
huzurumuza gönderen vezirlerimize, müsterih olsunlar.“
Sadece suçluların cezalandırılmasıyla yetinir.
Bu bir derstir. Dersini alan padişah, kurmaylarına danışıp rüşvete
çare arar. Rüşvet kapısını kapatmak için tarihimizde ilk defa
“mahkeme rüsumu“ adı altında davayı kaybedenlerden alınmak
üzere bir ücret konuyor. Hâkimlere bu paradan pay verilmeye
başlanır. Kurtla kuzu yan yana yürür ve devlet adalet anlayışında
imparatorluk burcuna doğru yükselir.
Çünkü Osmanlı nizamında “güçlü olan haklı” değil, “haklı olan
güçlü“dür.
Ama sahi, “geçmişe mazi” derlerdi…
Ya “mazi” çağın önüne geçmiş, ama irdelemekten korkulmuşsa?
Galiba buna da ”korku“ derler, “tarih korkusu!“
“Tarih şuuru“ ise tarihten ders ve ibret alma becerisinin adıdır.
“İŞTE HAK, İŞTE SALÂHİYET!
KAYNAK
Yavuz Bahadıroğlu – Biz Osmanlıyız
Yorumlar